24 Eylül’de başlayacak 5. Uluslararası Çanakkale Bienali kapsamında yeni yapıtını izleyeceğimiz sanatçı Ezgi Kılınçaslan, 'Discrepancies' (Çelişki) başlıklı sözlü tarih projesi kapsamında 37 kişiyle yaptığı video-söyleşilerden oluşan arşivini Hrant Dink Vakfı'na bağışladı. Vakfın arşiv sistemine kaydedilecek bu materyallerin, yakında araştırmacıların kullanımına açılması planlanıyor. Kılınçaslan ile bir araya gelerek hem bienalde sergileyeceği yerleştirmeyi hem de Diaspora’daki Ermenilerle yaptığı sözlü tarih çalışmasını konuştuk.
Uluslararası Çanakkale Bienali’nde yeni bir işiniz sergilenecek. Hangi fikirden yola çıktığınızı anlatır mısınız?
Bienalin bu yılki teması ‘Anavatan’. Uzun zamandır devam eden mülteci ve evsizleşme durumunu göz önünde bulundurarak böyle bir konu seçmişler. Ben de bunun üzerine neler yapabileceğimi düşündüm. Almanya’da yaşıyorum, sürekli seyahat ediyorum. Bana göre benim vatanım, bedenim; ben nereye gidersem o da benimle geliyor. Ancak o beden paramparça... Çünkü sahile vurmuş küçük cansız bedenleri gördükten sonra, kendi bedenimizin de aynı kalması mümkün değil. Ben herkesin bu yaşananlardan –değişik tepkiler verse de– etkilendiğini düşünüyorum. Almanya medyası bu meseleden ‘göçmen krizi’ diye bahsediyor; fakat aslında yaşanan göçmen krizi değil, insanlık krizi. Bu durumu bir tür parçalanmışlık olarak ele alıyorum. Çanakkale Bienali için bu fikirden yola çıkan bir yerleştirme yapmayı düşündüm ve geçmişteki bazı katliamları araştırdım. Tarihin tekerrür ettiğine inanmasam da, tarihin içindeki bazı güç unsurları ve semptomlarının tekrarladığını düşünüyorum. Türkiye topraklarında da 100 sene önceki semptomlar yeniden ortaya çıkıyor.
Daha önce de göçmenlikle ilgili işler yapmıştınız. Örneğin, 2008’de Almanya’daki yaşantınızdan hareketle ürettiğiniz ‘Berlun’ adlı video çalışmanız... Bu meseleyi nasıl ele alıyorsunuz?
Almanya'da yaptığım ilk iş, ülkeye gelişimi ele alan ve oradaki insanların bana bakışını eleştiren bir işti. İnsan yabancısı olduğu bir yere gittiğinde, kendini mercek altına alınmış gibi hissediyor. Ulusal kimliğin insana en çok, dışarıdayken dayatıldığını düşünüyorum. Türkiye’deyken, “Ben Türküm, bu yüzden bugün ne yapmalıyım” düşüncesiyle güne başlamıyorsunuz. Almanya’ya ilk gidişimi takip eden yıllarda insanlar bana hep, orada yaşayan Türklere benzemediğimi söyledi. Peki, Türk ne demek? Bu konu üzerine düşünüp bir iş yaparak, konuya sağlıklı bir mesafeden bakabildim ve rahatladım.
Elizabeth Kechegian’la karşılaşmanızdan ve ardından Ermeni Diasporası ile işbirliği içerisinde geliştirdiğiniz projelerden bahsedelim biraz da isterseniz...
Bir atölyeye katılmak için Lübnan’ın Trablus şehrine gitmiştim. Oraya vardığım gün sokakta dolaşırken bir poster gördüm. İlk bakışta hiçbir şey ifade etmese de, bir yönüyle beni çağırıyordu. Neden bilmiyorum, o posterin önüne gece tekrar gitmeye ve fotoğrafını çekmeye karar verdim. Gece orada, bembeyaz saçlı, güzel giyimli, yaşlı bir kadınla karşılaştım. Bana nereden geldiğimi sordu. “Türkiye” cevabını duyunca, “Ben Adanalıyım, oraları bilir misin?” dedi. İsmi Elizabeth Kechegian’dı. Tanıştığımızda yaşı 90’ın üzerindeydi. Ayaküstü sohbetin ardından beni evine davet etti. Davranışları çok sıcaktı. Canlı, hayat dolu, bir o kadar da küfürbaz bir kadındı. Zor şartlar altında yaşıyordu. Zamanla onun fotoğraflarını ve videosunu çekmeye başladım. Büyükannem gibi olmuştu.
Elizabeth, 1919’da, bir yaşındayken gelmiş Trablus’a. Ona Soykırım’ı sorduğumda hep kaçamak cevaplar verirdi. Bir gün yine bu konu açıldığında kardeşi Sarkis, “Türklerin yaptıkları insanlığa sığmayacak şeylermiş” dedi. Elizabeth’se, “Hayır, o zaman bütün dünya kötüymüş, sadece Türkler değil” diye müdahale etti. Sarkis yaşça Elizabeth'ten küçüktü. İkisinin de geçmişe dair bilgileri, anne ve babanın aktardıklarına dayanıyordu. Bu bilgileri yorumlayışlarındaki farklılık beni çok etkiledi. Ben ulusal kimliğin ortak bir tarih bilgisi oluşturabildiğine inanmıyorum. İki kardeş bile birbirinden farklı düşünürken ulusal bağlamda ‘biz’ diye bir şeyden nasıl bahsedebiliriz?
Bu düşüncelerle Beyrut’a, Bourj Hammoud isimli Ermeni mahallesine gittim. Oradaki insanlarla tanışıp konuştum. Herkes kendi hikâyesini ve geçmişini anlatmak istiyordu. Bu isteklilik hali karşısında ben ne yapabilirim, diye düşündüm. İnsanların kendi tarihlerini aktarmalarına aracı olabilirdim ancak. Bunun üzerine ‘Çelişki’ (Discrepancies) başlıklı sözlü tarih projesini başlattım. 37 kişiyle konuştum, onların geçmişini dinledim.
Bu süreç size neler öğretti?
Öncelikle dinlemeyi öğretti. Bu süreçte tarihe dair kitaplar okumadım. Zaten ne kadar okusam da, bu çalışmanın sağladığı çeşitlilikte bir tarih bilgisi edinmem mümkün olmazdı. Örneğin Paris’te yaşayan Alice Mavian’ın babası, Nazilerin toplama kampında kalan bir Ermeni. Hatıraları ‘Gülizar’ın Kara Düğünü’ kitabına konu olan Gülizar’ın torunu, tarihçi Anahide Ter Minassian’ın anlattıklarından, bir direnişle var oldukları anlaşılıyordu. Kimilerine gidip, “Bu sokakta iki eczane var, sen fazlalıksın” demişler. İnsanlar göç etmeye zorlanmış; yaşadığı, doğduğu ve iş yaptığı topraklardan koparıldıkları için gittikleri ortama uyum sağlayamayıp, üzüntüden erken yaşta ölenler olmuş. Soykırım’ı sadece insanları keserek yapmamışlar; şiddetin çeşitli boyutları var. Bu proje kapsamında çok sayıda insanla yaptığım görüşmeler, yaşananların farklı yönlerini kavramama vesile oldu. Bugünü de daha iyi anlama şansını yakaladım.
Sözlü tarih çalışmaları içerisinde konuştuğum Parisli psikanalist Helen Piralian şöyle demişti: “Benim için önemli olan bireyin ya da devletin Soykırım’ı kabul edip etmemesi değil; kabul etmediği için şiddetin içinde var olmaya devam edecek olmasıdır. Yalan, şiddete ihtiyaç duyar. Şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu şiddet ortamı da bu bağlamda bir yüzleşememe sorunudur.” Tanıştığım ve konuştuğum insanlar bir özür bekliyor. Türkiye'deki çoğu insansa önyargılarla hareket ediyor, dinlemiyor.
2011 tarihli ‘Büyükanneler Projesi’ (Grandmas Project) videonuz, aileleri Soykırım’dan kaçarak Lübnan’a yerleşmiş iki yaşlı kadının, Elizabeth Kechegian ve Berjuhie Erzurumian’ın İstanbul'a gelme arzusuna odaklanıyor. Aslında onlar bu topraklarda yaşamamış bile. Sizce bu özlem duygusu bir nesilden diğerine nasıl aktarılıyor?
Ermeni toplumunda nesiller arası devamlılık kesintiye uğramış. Bir keresinde Alice, “Bizi diğer göçmenlerden ayıran bir şey var: Biz, büyük dedelerimiz, halalarımız, akrabalarımız nerede yatıyor bilmiyoruz” demişti. Geçmişte oluşan bu kopukluk, insanın kimliğinde garip bir etki yaratıyor. Ermenilerin yaşadığı doğal olmayan, dış etkenlerle yaratılmış ve onları kendi topraklarından koparmış bir kesinti. Ancak ne olursa olsun, insanın özünde sevgi var. Bu yüzden de İstanbul’a, Anadolu’ya özlem duymaları çok doğal.
1915’ten dolayı Türklere tepki duyan yaşlı bir adamla konuşmuştum. Söyledikleri beni çok etkilemişti: “Ben bu zamana kadar hikâyemi herkese anlattım; fakat ilk kez bir Türk’e anlatıyorum. Çok rahatladım. Senin için her akşam dua edeceğim.” Bunda nasıl bir art niyet aranabilir ki? Hrant Dink, “Biz birbirimizin ilacıyız” demişti. O yaşlı adam da ben de daha iyiyiz artık.
Elizabeth ve Berjuhie’yle çıkmaya niyetlendiğiniz yolculuk nasıl sonuçlandı?
İstanbul’a gitme fikri ilk olarak Berjuhie’den çıktı. Ben de yolculuk için bir fon bulup, bunu projeye dönüştürmeye karar verdim. Bize Osman Kavala destek çıktı. Hazırlıklar için Lübnan’a gittiğimde Elizabeth’i defalarca aramama rağmen ulaşamadım. Onun için endişelendim ve yeğenini aradım. Öldürülmüş. İnanamadım. Kendi gözlerimle görmek için hemen Trablus’a gittim. Yaşadıklarıyla yüzleşmekten çekinsem de evine girdim. Ardından onunla ilk karşılaştığım yere yürüdüm. Tanışmamıza vesile olan poster artık yerinde değildi.
Yaşadıkları bende şok etkisi yarattı. 2011 yılıydı. Tecavüz edilip boğazlanmış. Olayın detayları ortaya çıkıp Elizabeth’in katiline direndiğini öğrendiğimde, onun mücadelesi bana güç verdi. Her şeye rağmen bu projeyi bir şekilde bitirmek istedim ve Berjuhie’yle Türkiye’ye geldik. En azından onun dileği yerine geldi. İstanbul Boğazı’nda Berjuhie’nin bir fotoğrafını çektim. Gözlerinde öyle bir mutluluk vardı ki... Elizabeth’le ilgili yaptığım ilk filmin kurgusunu değiştirdim ve sonunda ona yazdığım mektubu okudum. İkinci filmin kurgusunu bitirdiğim gün ise katilin bulunduğu haberini aldım…
Ezgi Kılınçaslan, 1973 yılında, Adıyaman’ın Besni ilçesinde doğdu. Marmara Üniversitesi’nde Resim Öğretmenliği okudu. Ardından Berlin Sanat Üniversitesi’ne girdi. Sanat pratiğine resim çalışmalarıyla başlayan Kılınçaslan, fotoğraf, video ve yerleştirme gibi mecraları kullanarak, iktidar, ataerkil düzen ve toplumsal cinsiyet meselelere eğilen işler yaptı. Sanatçının filmleri Oberhaussen, Rotterdam Film Festivallerinde, Cenevre Çağdaş Sanat Merkezi’nde gösterildi. 2010’da ‘Gözleri Var Görmezler’ başlıklı neon yerleştirmesini 5533’te sergileyen sanatçının Lübnan’da tanıştığı Elizabeth Kechegian’ın hikayesi üzerine yaptığı ‘Elizabeth’ adlı filmi, !f 11. Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali kapsamında gösterildi.