Sanatın farklı alanlarında üreten isimlerin atölyelerine konuk olacağımız yazı dizimiz başlıyor. İlk söyleşi konuk olduğumuz isim Yasemin Özcan’dan 26 Kasım’a kadar Karaköy’deki .artSümer galeride devam edecek olan ‘Saadet Çıkmazı’ sergisinin hikâyesini dinliyoruz.
Bu haftadan itibaren, Agos’un fotoğrafçısı Berge Arabian’la birlikte, sanatın farklı alanlarında üreten isimlerin atölyelerine konuk olacağız. Hem işin mutfağına girip çekmeceleri karıştıracağız, gözlerimizin detayları kurcalamasına izin vereceğiz, hem de o mutfaktan çıkanlar üzerine sohbet edeceğiz. Güncel haber ve etkinliklerin kıskacına girmeden sanatçının kapısını çalma, atölyede gizli kalanları keşfetme özgürlüğünü sonuna kadar kullanacağız.
Bu dizinin ilk söyleşinde kapısını çaldığımız, önceden de buyur edildiğim, dolayısıyla içinde kendimi rahat hissettiğim bir atölye. Kahve eşliğinde, Yasemin Özcan’ın 26 Kasım’a kadar Karaköy’deki .artSümer galeride devam edecek olan ‘Saadet Çıkmazı’ sergisinin hikâyesini dinliyoruz.
‘Saadet Çıkmazı’nda Alevilik teması ne şekillerde karşımıza çıkıyor?
Bütün olarak sergi için, dört-beş yıldır üzerine çalıştığım, tartıştığım kavramların, düşünce dünyamın vücut bulmuş hali demek yanlış olmaz. Bu konuda bize göz kırpan üç iş var: ‘Aslanlarla Ceylanların Kucağında’, ‘Kaygulu Abdal Çıkmazı’ ve ‘Tek Eldiven’. Anadolu’daki inanç pratiklerine, Alevilik-Bektaşilik özelinde ve bugünün bilgisiyle bakmak benim için artık bir ihtiyaca dönüşmüştü. Bunun birkaç sebebi var. İlki, kişisel tarihimde ve ailemde de tecrübe ettiğim, çok hızlı değişim ve dönüşüm. Nelerin kaldığı, nelerin gittiği ve değişim sancısı üzerine düşünmeye değerdi. İkincisi, aile içindeki Sünni pratiklerin artışı ve o noktada, bir anlama, bakma, kendi sırrına erme, hakikatini idrak etmeyi deneme çabasının ihtiyaca dönüşmesi. Diğer taraftan, benim için buraya bakmak da çok kolay olmadı; koruduğumu düşündüğüm mesafeyi yitirme, kimlikten körleşme endişesini taşıdığım, dolayısıyla uzun süre damıttığım bir süreçti.
1950’li yılların ortalarında Malatya’dan İstanbul’a göç etmiş bir ailenin üçüncü nesli olarak, bir bakma ve anlama çabasına giriştim. Ancak başlamak zordu. Bu konuda somut bir şeyler yapmak için kendime yeni bir kamera aldım. 2012 yılında Paris’te İKSV’nin Cite des Arts misafir sanatçı programına davet edildiğimde, biraz daha somutlaştı. Amacım özellikle Alevi Diasporası’na bakmak değildi, ancak misafir sanatçı programı bana böyle bir imkân sundu. Bu program olmasaydı, Malatya’ya gidip çalışmaya orada da başlayabilirdim, ya da Bağcılar Devlet Hastanesi’nde... O kadar katmanlı bir mesele ki, neresinden ve nasıl yaklaştığınla ilintili olarak, şehrin her yeri bu imkânı verebilir. İlginçtir, daha sonra temas edeceğim pek çok insanla da Paris’te tanıştım, ben oradayken düzenlenen birlik ve dayanışma gecesinde.
Kutsallığı nasıl ele alıyorsunuz işlerinizde?
Benim için bu hikâyelere bakarken en temelde, kendi inancının, yaşamının parçası olarak dağa taşa hürmet etmiş, güneşle ayla başka türden ilişki kurmuş olan Anadolu’daki inancın, kente göçle birlikte burayı nasıl dönüştüreceği, burada kutsiyeti, olmayan yeşilin içinde, sabah sekiz - akşam altı çalışırken nerelerde arayacağı üzerine düşünmek vardı. Kısacası, kutsiyetin şehirde nasıl dönüşeceği sorusu ilgimi çekiyordu. Hacı Bektaş-ı Veli türbesindeki 700 yıllık dut ağacını şehre taşıyamayacağımıza göre, biz bu kutsiyeti nerede arayacağız? Bugünün bilgisiyle kentte bir değişim olacağından şüphe yok ama bu nasıl olacak? Bu benim belki yanıt bulamayacağım, belki sorularımı çoğaltacak olan ama merak ettiğim, bakmak istediğim yer. Bu durumu salt asimilasyon olarak değerlendirmek çok eksik olur. İçinde Freud da var, sosyoloji de, antropoloji de, tarih de.
‘Kaygulu Abdal Çıkmazı’, ‘Adalet Çay Bahçesi’, ‘Her Şeyi Hatırlamak Bir Tür Deliliktir’ gibi bazı işlerinizde ‘söz’ü doğrudan okuyabiliyoruz, bazılarında da işe verdiğiniz ismi görünce metinle bir ilişki kuruluyor. Yapıtlarınızın ‘söz’le ilişkisinden bahseder misiniz?
Bu sergide öyle bir ilişkiden bahsedilebilir. Bundan sonra da bu yoldan biraz daha ilerleyeceğim, üretmek istediklerim var. Bilginin ve bilgeliğin izini sürmek... O noktada da dil, dilin büyülü dünyası, katmanlılığı ve sunduğu ihtimaller beni çok heyecanlandırıyor. Alevilik dendiğinde hatırlanan ilk kavramlardan biri ‘sözlü gelenek’se, bununla Alevilik arasında, belki bir miktar ilişki kurulabilir.
‘Kaygulu Abdal Çıkmazı’, ‘Her Şeyi Hatırlamak Bir Tür Deliliktir’ ve ‘Adalet Çay Bahçesi’ doğrudan dile yaslanmış işler ve anadilindeler. Alevilik çalışırken, tanıdıkça daha da hürmet duyduğum bir karakterdi Kaygusuz Abdal. Onu sergiye, bugünkü iklimi de göz önünde bulundurarak, en temel duygularımızdan biri olan kaygıya verdiği referansla dahil ettim. İşin ismini günümüz Türkçesiyle söylemek gerekirse, ‘Kaygılı Bilge Çıkmazı’. Korku ile kaygı arasındaki en temel farkı hatırlayalım: “Fareden korkuyorum” çok net bir cümledir, korkunun bir öznesi vardır. Kaygıda ise özne olmadan, o duygu içinde, beter bir halle devam etmek durumundayız. İşe dönersem, kaygılı halimiz ile bilgeliğimiz arasındaki ilişkinin çıkmazda olduğunu düşünüyorum. Şüphesiz, her çıkmazın bir çıkışı da var; buna inancımı hâlâ koruyorum. Her şeye rağmen tabela galerinin iç mekânını gösteriyor. Tabelanın neden sokağı göstermediğini soran arkadaşlarım oldu. Sanırım benim artık sokaktan bir çıkış olacağına inancımın pek kalmamasıyla ilgili bu. Bireysel olan ve toplumsal olan mutlulukların birbirinden ayrıştığına inanmayan biri olarak, çıkışın çok içeriden, biricik ve bireyselden olacağını düşünüyorum.
Dille oyunlu bir ilişkim var. Dil meselesi özellikle bu sergideki işlerde öne çıkıyor. Zaten bu sergi hep kavram kavram gelişti ve aslında biraz da yutkuna yutkuna hayat geçti. Yaşam ile sanatı birbirinden keskin hatlarla ayıran biri değilim ama bu yaz yaşamak da, çalışmak da zordu. Açılıp açılmayacağını tam da bilmediğimiz bir sergi için OHAL ilanının ertesi günü yollara düşüp ustalarla çalışmanın kolay olmadığını tahmin edebilirsiniz. Bilinmeze üretme fikri zorlayıcıydı. Durum aslında birkaç yıldır böyle. Açılışlar hep buruk, yutkunarak, belki ertelenerek, belki iptal edilerek geçiriliyor. Açılış etkinliklerinin sadece şenliğe hapsolmasından hep imtina ederim, çünkü bir açılış her zaman daha fazlasıdır, hele bu zamanlarda.
Ev içini, ev eşyalarını hatırlatan çokça yapıt var sergide – şekerlik, tava, tabak, fayanslar...
En iyi bildiğim şey ev içi. Beyoğlu-Tünel’de doğup büyümüş bir apartman çocuğuyum. En fazla apartmanın terasını ve bahçesini tecrübe ettim. Erkek kardeşimse, sokağı, kamusal alanı iyi tanıdığı bir çocukluk geçirdi. Olay biraz kız çocuk - erkek çocuk farkıyla başlıyor. Ben zaten sokağı bilmiyorum. Korunmam için evde kalmam gerekti ama yine de tacizlerden korunduğum söylenemez. Tünel henüz soylulaştırmadan nasibini almamış, karanlık bir yerdi.
İşlerin böyle şekillenmesinde kadın kimliğinin de rolü var yani...
Elbette. Bu durum, seramikle ilişkimi de anıştırıyor. 1997’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Seramik ve Cam Tasarımı bölümünden mezun olduktan sonra ilk kez seramik işler sergiliyorum. Bunda kendi kadınlığımla barışmamın da rolü olduğunu düşünüyorum. Bir yanda 58 numara ten rengi kilotlu çoraba ya da topuklu terliğe hapsolmuş bir kadınlık bilgisi var. Onu dönüştürmek, bu ev içi emekle, domestik dünyayla kurduğumuz ya da kuramadığımız o ilişki benim için bir barışa dönüştü.
Araştırma süreciniz üzerine konuştuk. Biraz da üretme pratiğinizi anlatır mısınız?
Çok uzun süredir malzemelerle haşır neşirim. Malzemeye gerçekten düşkünüm, bu konuda iştahlıyım. 1999-2000 yıllarında bir tasarım firmada aksesuar sorumlusu olarak çalıştım. Mobilya ve tekstil dışındaki tüm ürünlerin üretim takibini yaptım. Ustalarla sürekli iletişim halindeydim. Bu benim gibi malzeme düşkünü biri için çok lezzetli bir çalışma süreciydi. Ekonomik nedenlerle, faturaları ödemek için yaptığım işlerin de üretimime katkısı oldu. Bu sergide de işleri malzemelerle birlikte düşündüm. O yüzden bir fikri hangi malzemeden yapacağım üzerine kafa yormam gerekmedi; o iş benim kafamda zaten malzemeyle birlikte biçimlenmişti. Tasarım sevgisinin, çizdiğim eskizlerin, numunelerin ve fikrini aldığım usta dostların, üretimin biçim bulmasında katkısı var. Onlar da düşünme pratiğinin bir parçası.
Seramiği bildiğim için, seramik işlerin üretiminin çok zaman gerektirdiğini düşünerek, sergideki işlere oradan başladım. Malzeme olarak halı hiç kullanmamıştım. Halı kullandığım ‘Aslanlarla Ceylanların Kucağında’, en çok zamanımı alan iş oldu. Bu kadar kutsal mekâna sahip coğrafyamızda düz, yeşil bir halı bulmakla ilgili sıkıntı yaşayacağımı hiç düşünmemiştim. Fakat endüstriyel anlamda benim tercih ettiğim kutsi yeşil renkte halı üretimi yok. Hal böyle olunca, rengi seçtim, Uşak’ta ip boyandı, geldi ve halı dokundu.
Herkesin beslendiği bir evren
Haftada iki gün seramik dersleri verdiğiniz bir de atölyeniz var. Buranın programından bahseder misiniz?
Kasımpaşa’daki 4Art Stüdyo atölyesinde çarşamba 12.00-15.00, cumartesi ise 11.00-14.00 saatleri arasında farklı ekiplere seramik dersi veriyorum. Haftada iki gün bu atölyede üretmek hepimize iyi geliyor.
Seramik atölyesinin duyurularını sosyal medya üzerinden paylaşınca, mimarlar, sanatçılar, akademisyenler ve onların arkadaşlarından oluşan bir grup, atölyenin misafiri oldu. Buna çok müteşekkirim, çünkü atölyede, ortalama bir hobi kursunun çıtasını yükselten bir düşünsel alışveriş yaşanıyor. Hoş sohbetlerin yani sıra, herkesin beslendiği ve birbirini beslediği bir evren oluştu.
Atölyenin bir Instagram ve Facebook hesabı var: Yasemin Özcan - Seramik. İletişim adresi ise yaseminozcanseramik@gmail.com.