'Atölye Ziyareti' köşesinin bu haftaki konuğu sanatçı İpek Duben.
SALT işbirliğiyle yayımlanan iki yeni elektronik kitapla sanatseverlerle buluşan İpek Duben, bize Asmalımescit’teki atölyesinin kapılarını açtı. Sanatçının geçen yıl SALT’ta sergilenen ‘Onlar’ adlı çok kanallı video yerleştirmesiyle ilgili söyleşi ve yazıları içeren kitap, toplumun çeşitli kesimlerinden insanların anlatılarıyla, Türkiye’deki ‘öteki’ algısını irdeliyor. Ermeni, Alevi, eşcinsel, Türk, kadın, Yahudi ve Çingene görüşmecilerin yaşamlarından aktardıkları ayrımcılık ve şiddet hikâyeleri, hem anlatanı hem de okuyanı derin bir yüzleşmeye sürüklüyor. Önsözünü SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun’un kaleme aldığı kitapta, sosyolog Nilüfer Göle’nin sanatçıyla yaptığı bir söyleşi de yer alıyor.
‘İpek Duben Yazı ve Söyleşileri 1978-2010’ başlıklı yayında ise, sanatçının Türkiye’deki güncel sanat ortamıyla ve sergilerle ilgili değerlendirme yazıları ve güncel sanat sahnesinin etkin isimleriyle söyleşileri yer alıyor. Duben’in sanat tarihine ve Batı kültürüne referanslarla yaptığı okumalar, güncelliğini hâlâ koruyor.
İki e-kitap da ücretsiz olarak, SALT’ın internet sitesinden indirilebilir.
2015’te SALT Galata’da açılan ‘Onlar’ sergisinde doğrudan sizin sesinizi duymuyorduk ama soruları soran birinin varlığını seziyorduk. Kitapta ise sesiniz, söyleşi yaptığınız insanların sesine eklenmiş. Sizin ayrımcılığa dair hikâyelerinizi de okuyoruz...
Bu konudaki ilk anılarımdan biri, ilkokul yıllarında karşılaştığım, yol inşaatında çalışan Kürt işçilerle ilgilidir. Aralarında, bana yabancı gelen bir dil konuşuyorlardı. O sıralarda ‘Vatandaş Türkçe konuş!’ kampanyası vardı. Sokaklara, her yere yazılmıştı bu ifade. Biz Türkçe konuştuğumuz için sanki herkesin de öyle yapması gerekiyormuş gibi... O işçilere, “Vatandaş Türkçe konuş!” deyip gitmiştim. Onların Kürt olduğunu seneler sonra anladım. O zamanlar Büyükada vapurlarında Rumca konuşmalar yankılanırdı. Öğrenim gördüğüm İngiliz Ortaokulu’nda Ermeni arkadaşım vardı. Yahudi arkadaşım yoktu ama annemlerin apartmanında, dost oldukları Yahudi aileler yaşardı. Dolayısıyla Yahudilere aşinaydım. Fakat Kürtlerle hiç tanışmamıştım. Tanıştıysam da, Kürt olduklarını bilmiyordum.
‘Onlar’ sergisiyle ilgili kitapta, farklı kesimlerden insanların anlattıkları birbiriyle ilişkiye geçiyor. Bu bağın oluşmasını sağlayan ortaklıklar neler sizce?
Onların kendi hikâyelerini iletmek önemliydi benim için. Hepsi birbirinden farklı ama ortak yanları da var – örneğin mağduriyetleri... Sergide hem ses hem de ışıkla, Nilüfer Göle’nin kitaptaki söyleşide belirttiği gibi, yeni bir kamusal alan kurgusu ve konsepti oluştu. Bu alan, insanların birbirini dinlediği bir yer. Karakterlerden biri ışıklanırken onu dinlemek isteyen karşısına oturuyor, dinliyor. Seyirciye bir mekân veriliyor ve isterse, dinlemesi için ondan zaman talep ediliyor. Bu kamusal alanda, seçerek dinleme eylemi üzerine çok ciddi bir niyet var; metin yazma niyetiyse hiç yok.
Kitap hazırlanırken, anlatılara ben de katılmak istedim. Türkiye’de yaşayan biriyim. Mağduriyeti kadın olarak yaşadım belki. O mağduriyetleri hisseden insanları az çok tanıyan, ‘çoğunluk’tan biri olarak, diyaloğa metinde ben de dahil oldum.
Proje için kamera karşısına geçen insanların yüzlerini sadece SALT’taki sergide gördük. Kitapta ve yerleştirmeyle ilgili diğer materyallerde onlarla göz göze gelmiyoruz. Hikâyeye bu yüzlerin eklenmesi nasıl bir etki yaratıyor?
İnsanlar videoya kaydedilirken, derin ve mahrem duygularını, hikâyelerini anlattılar. Aslında buna hiç hevesli değillerdi, çünkü zor bir şey. Her şeyden önce size güvenmeleri lazım. Onlar kendilerini anlatmayı, mağduriyetlerinden şikâyet etmeyi istemiyorlar; bundan zarar görebilirler. Güven ilişkisi kurabilmek için onlarla oturup sohbet ettim, kendimi anlattım, internet sitemi ziyaret etmelerini, hakkımda yazılanları okumalarını istedim. Sonra her biriyle, işlerin sergi, müze veya eğitim kurumları dışında gösterilmeyeceği, ticari amaçla kullanılmayacağına dair bir anlaşma imzaladık. Yüzlerini ne sergi afişlerinde, ne de e-kitapta gösterdik.
Yüzlerle karşılaşmak çok önemli. Karşılaşma bir kere, SALT’taki sergide oldu; sergi 2017’de İngiltere’de Brighton Festivali’nde gösterildiğinde tekrar olacak.
‘Onlar’da anlatıcılar, yani ötekileştirilenler, diğerlerine uyguladıkları ayrımcılıkla ve izleyicinin kendi yargılarıyla yüzleşiyor. İzleyiciden ve katılımcılardan ne tür tepkiler aldınız?
Açılış ve sergi sırasında bazı insanların ‘Onlar’dan hakikaten çok etkilendiğini gözlemledim. Arkadaş çevremde, Kemalist ideolojiyle büyümüş insanlar arasında “Nasıl böyle bir şey olabilir, bunlar Türkiye’de mi yaşanmış? Utandım” diyenler oldu. Şiddet mağduru bir kadın vardı projede. Kadın haklarının korunması, namusun sadece kadınlara değil erkeklere de uygulanan bir kavram olarak görülmesi gerektiğini anlatıyordu. Sergiyi gezen bir erkek izleyici benimle iletişime geçip “Aktörler mi bulup konuşturdunuz?” diye sordu. Hiçbiri rol yapmıyor; hepsi gerçek hikâyeler anlatıyor ve gerçekleri sorguluyor.
‘İpek Duben Yazı ve Söyleşileri’nde, kimi halen Türkiye güncel sanat ortamında aktif olan sanatçıların çalışmaları ve sergileri hakkındaki eleştiri yazılarınız var. Bir sanatçı olarak sanat eleştirisi yazmak ve yayımlamakta zorluklar yaşadınız mı?
Tabii... Ben hem sanat yapıp hem yazabilirim sanıyordum. Eğitim hayatımın büyük bölümü Amerika’da geçti. Orada, buradaki gibi “Ya resim yap, ya da yazı yaz” anlayışıyla karşılaşmamıştım. Eleştiri yazılarımda, kişilerle ilgili duygularımı bir kenara koyup işlere odaklanmaya her zaman dikkat etmişimdir. Ancak objektif yazdığınızda, sanatçıyı yeterince övmediğinizde, size düşman oluyor. İnsanlar sizden çekinmeye başlayınca onlara karşı açık olamıyorsunuz. Bu durumu fark edince, 1982’de, sanat eleştirisi yazmaktan vazgeçtim. Ondan sonra farklı türlerde yazılarım ve kitaplarım yayımlandı.
Türkiye’de artık, sergileri ve yapıtları etraflıca değerlendiren eleştiri yazılarına pek rastlanmıyor. Sizin o dönem kaleme aldığınız türdeki yazıların günümüze ulaşmadığı söylenebilir mi?
Evet ama yabancı, özellikle İngilizce yayınlarda iyi eleştiriler okuyabiliyorsunuz. Türkiye’de insanlar çekiniyor. Ya kendi çevrelerindekileri kırmamak için, ya da gerçekten beğendikleri kişiler için katalog yazısı yazıyorlar. Belki kendilerini yeterince donanımlı bulmuyorlar.
Sizce Türkiye’de sanat yazarlığı neden bu noktaya geldi?
Bunun birçok nedeni var. Birincisi, yazarlık para ve şöhret getirmiyor, dolayısıyla sanat tarihi ve eleştiri uzmanlığı yerine küratörlüğü seçiyor insanlar. Küratör dünyayı dolaşabiliyor, istediği ve kendisine yararlı olabilecek sanatçıları çeşitli sergilere sokabildiği için sanatçılar üzerinde çok daha etkili olabiliyor. Dolayısıyla birçok kişi küratoryal çalışmalara ya da sanat yönetimine yöneliyor. Halbuki sanatı ve tarihini bilmeden neyi yönetebilirsin? Bu işleri yapabilmek belli ölçüde felsefe ve teori de bilmek gerekir. Uluslararası şöhret kazanan bazı küratörler ve müze küratörleri çok bilgili ve donanımlıdır.
Ciddi eleştiri ve inceleme yazmaktan çekinmenin ikinci nedeni korku. Bazı arkadaşlarımın durumu böyle ifade ettiklerine şahit oldum – yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal. Objektif eleştiri yazmak için inanılır olmak lazım. Yararını göreceğin insanlara yaklaşıp, işine yaramayacak ama iyi sanat yapanları gözardı edersen kimse sana inanmaz. O zaman röportaj yapmaya başlıyorsun, sorumluluğu en azından sanatçıyla paylaşıyorsun. Bazıları soru bile hazırlamadan, “Konuş, anlat” diyor. Kendimi anlatacağıma, kendim yazarım daha iyi. Ayrıca, senin o sanatçıyı anlaman için onu çalışmış, dünyasını, referanslarını biraz tanımış olman gerekir. Araştırma, merak, sabır ve tevazu olmadan bu işi iyi yapmak mümkün değil.
1978’den beri yazdığınız yazılarda karşılaştığımız dil ve kavramlara, bugün okuduğumuz yazılardan da aşinayız. Kullandığınız ifadeler güncelliğini nasıl bu kadar koruyabildi?
Bu literatürü o yıllarda zaten biliyordum. Sanat eğitimim sırasında ve doktora tezimi yazarken, yabancı dillerdeki kaynaklardan Avrupa sanat tarihini, sanat teorilerini okumuştum. Kullandığım kavramların çoğu zaten değişmeyen kavramlar. Yenilik, felsefi ve teknik alanlarda oluyor. Ama o zamanlar Türkiye’deki tanınmış sanat eleştirmenleri o kavramların ve literatürün çoğunu bilmezdi.
Yazılarınızda, Türkiye’deki ressamların işlerini yorumlarken, Batı’daki akımları nasıl uyarladıkları ve zamanla özgünleşip özgünleşemedikleri üzerinde duruyorsunuz. Bu yönde okumalar bugünün sanatı için de yapılabilir mi?
Yapılabilir ama Türkiye sanat ortamı değişti. 1990’ların ortalarından itibaren genç sanatçılar, dünya vatandaşı olmaya başladılar. Daha önce özgünlük meselesi, buradaki sanat ortamı için çok canlı bir tartışmaydı. Greenberg’in, modernitenin yalnızca Batı’da olabileceği tezi vardı. Greenberg o yıllarda çok önemli bir sanat eleştirmeni ve teorisyendi. Fakat daha sonra gelen postmodernizmle birlikte, Fransız felsefeciler tarafından, birbirinden farklı moderniteler olabileceği fikri ortaya atıldı. Türkiye’ye dünyada bir yer açan yaklaşım bu olmuştur. Böylece, sanatçılarımızın dünya sanat sahnesinde kendilerine yer bulma ümidi doğdu. Bu açıdan, 1990’ların ortalarından itibaren Türkiyeli sanatçıların rahatladığı söylenebilir.