Türkiye güncel sanatının uluslararası ortamdaki önemli temsilcilerinden Ahmet Öğüt’ün ‘Tam Gün Devam’ başlıklı sergisi, 9 Ekim’e kadar Alt’ta devam ediyor. Öğüt, sergideki yapıtlarıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.
Ahmet Öğüt’ün uzun bir aradan sonra İstanbul’da açtığı ilk kapsamlı sergi olan ‘Tam Gün Devam’, 9 Ekim’e kadar Bomonti’deki sanat mekânı Alt’ta ziyaretçilerini bekliyor. Sanatçının son dönem yapıtları ve yeni işlerinden bir seçkinin yer aldığı sergi, yerel ve uzak coğrafyalardan durum ve olaylara atıfta bulunarak, zaman, adaletsizlik ve direniş konularını ele alıyor.
Sergideki, kapanmış veya kabuk değiştirmiş sanat mekânlarının tabelalarını bir araya getiren ‘Altı Aylık’ adlı yerleştirme, adaletsizlik ve direniş temalarına, sanat kurumları örneği üzerinden yaklaşıyor. Son yıllarda Türkiye sanat ortamı için daha da önemli hale gelen ‘sürdürülebilirlik’ tartışmasıyla ilgili görüşlerini şöyle özetliyor sanatçı: “Son 20 yılda açılıp kapanan müzeler, galeriler, vakıflar, kâr amacı gütmeyen kurumlar ve sanatçı mekânlarını dahil ettiğimiz bu çalışmanın, bir dönem İstanbul’un kültürel yaşantısında belirleyici rol oynayan bu kurumların arkasından sadece yas tutmak için değil, aksine, hafıza tazeleme, yaşadığımız ekonomik, sosyal ve politik dönüşümün nedenlerini, etkilerini yeniden düşünme ve bu inisiyatifleri başlatan, bu kurumlarla işbirliği yapmış bütün aktörleri tekrar bir araya getirmek için bir bahane olmasını umuyorum.” Alt’ın, yeni açılmış bir sanat mekânı olarak, kapanan mekânlarla paylaştığı geleceğe dair belirsizliklere dikkat çeken Öğüt, tabelalar toplanırken yaşanan diyalogların yarattığı birlikteliğin, geleceğe dönük ve uzun vadeli inisiyatiflerin yolunu açmasını umut ediyor.
Kısa ömürlülük, sadece kendi yağıyla kavrulan oluşumların değil, arkasında sermaye desteği olan sanat kurumlarının da meselesi. Bu meselenin nasıl çözülebileceğine dair sorumuzu şöyle yanıtlıyor sanatçı: “Türkiye’de en büyük kurumların bile devamlılık sorunu yaşayabildiğine şahit oluyoruz. Herkes sadece kendi kariyerini ya da kurumunu düşünmeyi tercih ederse, bu sorunla tekrar tekrar karşılaşacağız. Kültürel mirası şekillendiren kurumlara sahip çıkmak için birlikte direnç göstermek gerekiyor. Varlığını ödün vermeden sürdürebilmiş kurumları örnek almak, onlara sahip çıkmak gerekiyor.”
Sembolik bir jestten işlevsel bir araca
Mihail Bakunin’in 1848’de ortaya attığı, sanat eserlerini ‘barikatın ön saflarında kullanma’ önerisi, Öğüt’ün sergisinde somutlaşıyor. Özel bir koleksiyondan ödünç alınarak araç enkazları, metal eşyalar ve atık malzemelerle kurulmuş bir barikatın üzerine dizilen nadide tuvaller, çatışma ortamında sanatın nasıl bir işleve sahip olduğunu sorgulatıyor.
“Bu yerleştirme, ilk bakışta gerçek bir barikatın güvenli ‘beyaz küp’ bir sanat mekânında işlevsiz ve sadece sembolik bir haliymiş gibi algılanabilir. Müelliflerine sormadan, sadece koleksiyonerin izniyle ödünç alınmış resimler de, sanata saygı göstermeksizin asılmış gibi görünebilir. Bazı sanatçılar kendi eserlerinin bu şekilde gösterilme olasılığından düşünmekten bile rahatsız olabilirler. Hayatta olan sanatçılardan izin verenlerle bu yerleştirmeyi yapmak gayet mümkünken, bunu tercih etmedim. Esas amaç, mülkiyet sahibi, eserleri muhafaza eden kurumsal yapılar ve kişilerle (bu durumda koleksiyonerlerle) olağandışı bir anda alınabilecek kararları birlikte düşünüp bir sözleşme hazırlamak ve kriz ânı gelmeden önce buna sanatın kurumlarının ne kadar hazır olduğu üzerine zihin açıcı bir şekilde düşünmek. Dört sayfalık sözleşmenin ilk versiyonunu Hollandalı bir avukatla, birçok spekülatif sorunun cevabı üzerinde hem kavramsal, hem de yasal açıdan birlikte çalışarak hazırladık. ‘Bakunin'in Barikatı’ şu an sergilendiği haliyle gelecekteki bir sosyal sözleşmeye önayak olabilecek bir öneri. Esas süreç, işin tamamının bir koleksiyonun parçası olduğu anda başlamış olacak. İşe ilham kaynağı olan altmetin, 1849’da Prusya kuvvetleri Dresden’deki sosyalist ayaklanmayı bastırmaya çabalarken, devrimci anarşist Mihail Bakunin’in, Prusyalı askerlerin sanat eserlerine zarar vermeye cesaret edemeyeceğini iddia ederek, barikatlara Ulusal Müze koleksiyonundan resimler yerleştirmeyi önermesiyle temelleniyor. Bakunin, askerlerin barikatların önünde ulusal mirası görürlerse onları yıkıp geçmeyeceklerini öngörmüştü. Arkadaşlarının ciddiye almadığı Bakunin’in bu önerisi hiçbir zaman uygulanmadı – ta ki, geçen sene ben bu fikri Van Abbemuseum’a önerene kadar. Çalışmanın İstanbul’daki ikinci versiyonu için Zeyno ve Muhsin Bilge Koleksiyonu’yla işbirliği yaparak, Aliye Berger, Şükriye Dikmen, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Mualla, Wolf Vostell ve Fahrelnissa Zeid gibi önemli isimlerin orijinal resimleriyle yeni bir barikat oluşturduk. Ben bu jesti bahsi geçen sanatçıları tarihsel olarak onurlandırmanın bir yolu olarak görüyorum. Hazırladığımız kavramsal anlaşma, barikatın gelecekte olası bir halk ayaklanması sırasında ödünç alınabileceğini, bir müzeye veya şahsi bir koleksiyona satıldığı takdirde resmileştirecek. Barikatın üstünde asılı olan resimlerin de –işin dahil olduğu kurumun inisiyatifiyle– bu ödünç verme sürecine dahil edilmesi seçeneği halk tarafından müzakere edilebilecek. Yani bütün bu süreçte tabloların, meta değeri, ulusal miras olarak değerleri, barikatın kendisinin meta değeri, kullanım değeri ve ulusal mirasa dönüşmesi arasında ironik bir kurumsallaşma sürecinden geçerek, alışkın olduğumuz dengelere meydan okumasını hedefledim. Sembolik bir jestten toplumsal bir hareket sırasında işlevsel bir araca dönüşme sürecini hem yasal, hem de kavramsal açıdan öngörmeye, bunun hazırlığını şimdiden yapmaya çalıştık. Bu sürecin tamamlanıp tamamlanmayacağını bekleyip göreceğiz.”
Zamana duyarlı işler
‘Tam Gün Devam’ın açılışından hemen sonra Türkiye’de yaşanan darbe girişiminin, serginin ve yapıtların bağlamını etkileyip etkilemediğini sorduğumuzda, sanatçı, “zamana duyarlı” işler üretmeye gayret ettiğini söylüyor ve bu tür ani değişimlere karşı hazırlıklı olmanın mümkün ve gerekli olduğunu savunuyor: “Özellikle son bir yıl içinde Türkiye’de her türlü krize, beklenmedik her olaya alıştık, alıştırıldık. Önceleri 10’larla sayılırken, şimdilerde 100’lerle sayılan sivil kayıplar normalleştirilmeye başladı. Tıpkı Kahire’de, Bağdat’ta, Halep’te, Kabil’de sıkça yaşanan trajedilerde olduğu gibi... Böyle radikal olayların yaşandığı dönemlerde, daha önceden hazırlanmış, planlanmış sergiler, projeler bir anda işlevini ya da anlamını yitirebiliyor. Uzun zamandır bunun farkında olduğumdan, işlerimi olabildiğince ‘zamana duyarlı’ olabilecek şekilde planlamaya gayret ediyorum. Projelerimi herhangi bir coğrafyanın her an değişebilir sosyopolitik gerçekliğine anında adapte olabilecek şekilde kurgulamaya çalışıyorum. ‘Kriz ânını beklemeye gerek kalmadan neler yapabiliriz?’ sorusunu birlikte düşünebilmek çok önemli. Gelecekte yaşayacaklarımız, kitleleri derinden etkileyen geçmişteki hataların, çoğu zaman tekerrürü olacaksa, yaratıcı fikirlerle neden bunlardan ders alıp önceden hazırlıklı olmayalım?”