Fransa Millî Kütüphanesi’nde görevli olan Raffi Tajirian’la Irak’tan Fransa’ya uzanan, arada Türkiye’nin de yer aldığı hayat hikâyesini konuştuk.
“Size kim dedi bizi böyle darmadağın, tarumar edin diye? Şimdi her gökyüzüne baktığınızda yıldız yıldız bizi göreceksiniz.” Şair Kevork Emin’in bu dizelerine hak vermemek, elde değil. Dizenin ikinci bölümü bize diasporadaki Ermenileri çok yalın bir dille anlatıyor. Ancak biz Ermenilerin dahi görmediği ve belki de görmek istemediği bir başka diaspora da var: Doğu’daki Ermeniler. İran ve İsrail’de yaşayan Ermenilerin tarihsel geçmişleri yüzyıllar öncesine dayansa da pek çok Ortadoğu ülkesi için bunu söylemek doğru olmaz. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de Irak’taki Ermeniler. IŞİD’in Musul’u işgalinden sonra yerlerini yurtlarını terk eden Iraklı Ermenilerle ilk tanışmam Yozgat’ta olmuştu. Hepsi eve dönemeyeceklerini biliyor, bir an evvel kâğıt işlemlerini halledip yurtdışına göç etmenin yollarını arıyorlar. Geçen hafta bir başka Iraklı Ermeni’yle tanıştım. O, Yozgat’takilerden biraz daha şanslı, yolu henüz gençken Fransa’ya düşmüş. Fransa Millî Kütüphanesi’nde görevli olan Raffi Tajirian’la Irak’tan Fransa’ya uzanan, arada Türkiye’nin de yer aldığı hayat hikâyesini konuştuk.
Nerede doğdunuz, çocukluğunuz nerede geçti?
Babam, 1953’te Irak hükümetinin kendisine verdiği bursla eğitim için Fransa’ya gitmiş. Orada iki yıl kaldıktan sonra Bağdat’a dönüp annemle evlenmiş. Evlendikten sonra eğitimini tamamlayabilmek için annemi de yanına alarak yeniden Fransa’ya gitmiş. Ben ise 1957’de Fransa’da doğmuşum. Babam eğitimini tamalayınca 1958’de Bağdat’a dönmüşüz. Elbette Fransa’ya dair hiçbir şey hatırlamıyorum çünkü henüz 1,5 yaşındaydım. O yüzden sıklıkla Irak’ta doğduğum hissine kapılıyorum. Dolayısıyla kemiklerim, ruhum Irak’a ait, ben oralıyım. Gerek anne gerek baba tarafımdan bütün akrabalarım da Bağdat’taydı.
Çocukluğunuzda Bağdat’taki Ermeni nüfusundan söz eder misiniz?
Bağdat’taki Ermeni kilisesinin verilerine göre Ermeni nüfusunun 25 bin olduğu söyleniyordu ancak bu sayı hiçbir zaman kesin değildi. Şunu söyleyebilirim; Bağdatlı Ermenilerde karma evlilik çok nadir rastlanan bir durumdu. Dolayısıyla Ermenilerin nüfusu sabitti. Bunların büyük bir kısmı Apostolik, bir kısmı Katolik ve bir kısmı da Protestan’dı.
Bağdat’ta Ermeni okulu var mıydı?
Evet. Ben eğitimimi Sıvacıyan-Tarkmançats Ermeni Okulu’nda aldım. Bu okulda anasınıfından liseye kadar eğitim veriliyordu. Ben de anasınıfı ve ilköğretimimi burada tamamladım. Ancak ortaokul ve lise eğitimimi başka okullarda aldım. Sıvacıyan-Tarkmançats Okulu’nun en önemli özelliği ise, Irak’ta karma eğitim veren tek okul olması. Ayrıca okul, karma eğitim verebilmesi için devletten herhangi bir izne de tâbi tutulmuyor. Irak’ta elbette sıkıntılar yaşanıyordu ama bunlar hiçbir zaman Ermeniler özelinde olmadı. Eğer bir sorun varsa, Irak’ta yaşayan herkes için vardı. Zaten ülke genelinde her şey yolundayken, Ermeniler de çok rahat bir yaşam sürüyorlardı. Irak’ta Ermenilere saygı duyulurdu.
Bildiğiniz üzere Türkiye’de kısa süre önce darbe girişimi oldu. Gelmeden önce herhangi bir tedirginlik yaşadınız mı?
Sıvacıyan-Tarkmançats Okulu’nda bir süre eğitim aldıktan sonra, 1965’te Lüblanlı bir çiftin kurucusu olduğu bir başka özel okula kaydoldum. Oradaki üç yılımın ardından 1968’de Bağdat’taki Amerikan okulunda eğitimime devam ettim. Ancak orada henüz eğitimimin ikinci yılında Baas rejimi etkisini iyice hissettirdi ve beni okuldan kovdular. Baas rejimi gelince Irak’taki Ermeniler bir hayli zor bir dönem geçirdi. Yalnızca Ermeniler değil, tüm Bağdat için zor bir dönemdi, insanlara baskı yapıyorlardı, evlerine el koyuyorlardı.
1963-64 yıllarında küçük çaplı darbeler oldu Irak’ta. Dolayısıyla biz Türkiye’de yaşanan bu gibi durumlara alışkındık. Günlerce perdelerimiz kapalı halde evde sıkışıp kaldığımızı, dışarı adımımızı atamadığımızı hatırlıyorum. Sürekli hükümet değişikliği olurdu. Bugün mevcut bir hükümet varken, ertesi gün o hükümetin yerine bir başkası geçmiş olurdu. O yüzden bugün burada yaşananları görünce pek de etkilendiğimi söyleyemem, ben zaten bunlara çocukluktan alışkınım.
Yalnızca bir şey bizi endişelendirdi. İstanbul’daki havalimanının kapalı olduğunu söylediler. Biz gelmeden bir gün önce İstanbul’dan Fransa’ya gidecek tanıdıklarımız vardı ama havaalanı kapalı olduğu için gidemediler. Buradaki akrabalarımıza telefon ettik; onlar da herhangi bir sorun olmadığını söyleyince endişemiz ortadan kalktı. Üzerinde birkaç gün düşünüp gelmeme konusunda kafa yormadık yani, sorun yok dediklerinde kalktık geldik.
Fransa’ya göç etmeniz rejim dönemine mi denk geliyor?
Okuldan kovulduktan sonra, başka bir okula kaydoldum. Liseyi bitirdim ve üniversitede diş hekimliği bölümünü kazandım. Üç yıl sonra, 1977’de eğitimimi tamamlayamadan Fransa’ya gittik. 13 Temmuz 1977’de Bağdat’tan yola çıktık, 6 Ağustos’ta Fransa’ya vardık, ancak babam, Irak’taki evimizin satış işlemleriyle uğraştığı için Kasım’da gelebildi yanımıza.
Fransa’daki ilk birkaç yılınız nasıldı?
İlk başta hiçbir resmî kâğıdımız olmadan kaldık. Bir gün bize bir mektup geldi. Mektupta artık Fransa’da kalamayacağımız yazıyordu. Bunun üzerine Ermeni biriyle iletişime geçtik, o, bize mülteci olmamız gerektiğini söyledi. Ancak mülteci olabilmemiz için bir sebep göstermemiz gerekiyordu, ya siyasi kaçak olmamız veya hapse girmiş olmamız gerekiyordu, ailemizde böyle hiç kimse de yoktu. Bizi ailecek ilgili kuruma çağırdılar. Orada çalışan bir yetkili, babama neden mülteci olmak istediğimizi sordu. Babam da bunun üzerine Irak’ta bir gelecek görmediğini, yakın zamanda savaş çıkacağını düşündüğünü söyledi. Nitekim 1977’de biz Fransa’ya göç ettik ve 1980’de de Irak ile İran arasındaki savaş başladı. Görevli, babamın savaş çıkacağını nereden bildiğini sorunca, babam da ülkede yaşanan gelişmelerin sonucu olarak savaşın kaçınılmaz olduğunu söyledi. Bunun üzerine görevli, “Biz size haber veririz” dedi. Onlardan cevap gelene kadar biz hemen her kuruma oturma izni için başvurularda bulunduk ve istisnasız hepsinden ret cevabı aldık. İki ay sonra bir mektup geldi, nasılsa ret cevabıdır diyerek bir kenara attık. İki gün sonra mektubu açıp okuyunca öğrendik ki meğer adamlar bizi kabul ediyorlarmış. Bu süreç yaklaşık 1,5 yıl sürdü. O süre zarfında kayıt dışı kaldık. Tabii o sırada Fransızca kursuna yazılmıştık. Vaftiz babam Fransa’da yaşıyordu, anneme işsiz kalmaması için dükkânında bir iş verdi. Aslında devletin üzerine yük olmadık. Zaten zamanla yaşama tutunduk. Babam, Irak’taki evimizi sattığı parayla, kaldığımız yerin karşısında bir ev satın aldı. 1984’te de resmen Fransa vatandaşı olduk. Ailede ilk vatandaşlığı alan bendim, diğerleri benden bir yıl sonra, 1985’te vatandaş olabildiler.
Vatandaş olduktan sonra hayatınız nasıl devam etti?
Üniversitede İngilizce ve bilgisayar programcılığı eğitimi aldım. Bir tanıdığım, Amerikan bankası olan “Citybank’ta bir iş var, çalışmak ister misin?” diye sordu, kabul ettim. 1992’ye kadar orada çalıştım. İki kere üst üste ABD’ye gittim, aklımda oraya göç etmek vardı. 1990’da yine ABD’ye gitmeyi düşünüyordum, Türkiye’de yaşayan teyzemi aradım, o da beni Türkiye’ye gelmem konusunda ikna etti. Hava değişikliği için 1990’da Türkiye’ye geldim. O sırada eşim Vilma’yla tanıştım. Aynı yılın Aralık ayında yeniden Türkiye’ye geldim ve Vilma’yla nişanlandık. Bir sene sonra bu kez o, Fransa’ya geldi ve resmî nikah kıydık, ardından da İstanbul’a gelip, 4 Temmuz 1991’de Beşiktaş’taki Ermeni Kilisesi’nde kilise düğünümüzü yaptık.
1996’dan bu yana Fransa Millî Kütüphanesi’nde çalışıyorum. Ancak orada kitaplarla değil, kütüphanenin bütçe meseleleriyle ilgileniyorum. Bir gün kütüphanede aralarında Anadolu ve İstanbul’dan da gelen çok eski Ermenice kitapların yer aldığı bir sergi düzenlendi. 1996’da düzenlenen sergiyi ziyarete gitmiştim. Aklımın ucundan bile geçmiyordu orada çalışacağım, sergiden üç ay sonra birisi beni telefonla arayarak, bana iş teklif etti. Sergiyi gezmeye gittiğim yerde üç ay sonra çalışmaya başladım.
Türkiye’ye ilk ziyaretinizde neler hissettiniz?
Türkiye, babamın, büyükbabamın doğduğu yer, bir nevi vatanım sayılır. Ama çok net hatırlıyorum, uçak iniş halindeyken, ‘Neden geldim Türkiye’ye?’ diye sordum kendime. Bu düşünce bir dakika bile sürmedi, çünkü zaten dediğim gibi bir nevi vatanımdı burası. Uçak İstanbul’a iner inmez, teyzeme “Burası Bağdat’a benziyor” dedim. Her İstanbul’a geldiğimde, şehir bana Bağdat’ı hatırlatıyor. Aynı ortam, insanlarda aynı yüz ifadesi... O yüzden buraya geldiğimde kendimi yabancı hissetmiyorum. İlk ziyaretimden sonra 17 kez İstanbul’a geldim.
Bağdat’ta doğup büyümenize rağmen, hayatınızın daha uzun bir bölümünü Fransa’da geçirdiniz. Irak’ta Ermeni olmakla Fransa’da Ermeni olmak arasındaki farklar neler?
Irak, Fransa gibi özgür bir ülke değildi ancak Ermeniler Irak’ta Ermeniliklerini daha rahat bir şekilde yaşıyorlardı. Biz Bağdat’ta evde, okulda ve sokakta Ermenice konuşurduk. Hatta arkadaşlarımızla buluştuğumuzda, aramızda Ermeni olmayanların da bulunmasına rağmen, kendi aramızda Ermenice konuşurduk ve o arkadaşlarımız bizi ne yadırgar, ne de suçlarlardı, ayrıca bu durumdan alınmazlardı da. Çünkü bizim böyle bir geleneğimiz, kültürümüz olduğunu bilirlerdi. Ermeniler, kendi aralarında Ermenice konuşurlardı. Iraklılar, Ermenilerde ülkenin genelinden yüksek bir kültürel düzey olduğunu bilirler ve buna saygı duyarlardı.
Fransa’da böyle bir durum söz konusu değil. Fransa’da Ermeniler kendilerini diğer herkesten kültürel anlamda daha alçakta görüyor. Bağdat’ta 16. yüzyılda tüccar olarak giden bir Ermeni’nin torunları halen Ermenice konuşurken, Fransa’da ikinci nesil artık Fransızca dışında dil bilmiyor.
Irak’ta yaşayan 25 bin Ermeni, kendi dilini ve kültürünü, Fransa’daki 400 bin Ermeni’den daha rahat yaşıyordu. Irak’ın genelinde 18 farklı etnik kimlikte topluluk vardı. Ülkenin yüzde 60’ını Araplar, kalan yüzde 40’ını ise diğer halklar oluşturuyordu. Bu yüzden Iraklı bir Ermeni’yim dediğinizde kimse sizi yadırgamıyordu. Hatırladığım bir örnek vereyim, patronlar, çıraklarına şöyle derlerdi: “Git, Kürt’ten ekmek al”, “Afgan’dan patates getir.” Bunu, kimlikleri aşağılamak için kullanmıyorlardı, belirtme sıfatı olarak öyle diyorlardı. Tabii bu söylediklerim, çocukluğum dönemindeydi.
Çocukluğumu geçirdiğim Irak’ta, soykırımdan kurtulan nesil halen hayattaydı ve 60’lı, 70’li yaşlarındaydı. Türkiye’nin en az 20 farklı bölgesinden göç edenler vardı. Hatırladıklarım şunlardı: Eğin, Antep, Konya, Karaman, Kayseri, Erzurum, Arapgir, İskenderun, Harput. Bu bölgelerden göç eden herkes, kendi lehçesini konuşuyordu. Sanıyorum ki, o nesil hayatını kaybedince, lehçeler de onlarla birlikte öldü. Yine hatırladığım bir şey var, Konyalı ve Kayserili Ermeniler bir araya geldiklerinde lehçelerilye değil, Türkçe konuşurlardı çünkü onlar zaten Türkiye’de de Türkçe konuşuyorlardı. Buna karşın Erzurum, Harput ve İskenderunlu Ermeniler, çok temiz Ermenice konuşurlardı.
Fransa’ya geldiğimizde, buradaki Ermenilerin dil ve kültürlerini daha rahat yaşadıklarını düşünüyorduk ama yanılmışız, doğu ülkelerinde yaşayan Ermeniler, dili ve kültürü daha iyi koruyor. Fransa’nın da bize ayrı kazanımları oldu elbette. Kişisel gelişimime büyük bir katkısı olduğunu inkâr edemem.
‘Kader onları Irak’a sürüklemiş’
“Büyükbabam Karamanlı, büyükannem ise şu an Azerbaycan sınırları içerisinde yer alan Ganzaklı. Anne tarafımdan büyükbabam Erzurum, büyükannem de Harputlu. Babam, 1925’te Kadıköy’de doğmuş. Doğduğu sokağı ziyaret etmek istedim ama bugün o sokağın artık yerinde olmadığını söylediler. 1927’de Halep’e gitmişler. Amaçları ABD’ye göç etmekmiş. Orada babamı tanıyan bir ahbabı, Karaman’da bir bankanın müdürü olan babamın amcasının Halep’te olduğunu, çok fakirleştiğini ve bir kilisenin müştemilatında kaldığını söylemiş. Babam da onun yanına gitmiş, onu yıkamış, temizlemiş. Ancak bir süre sonra babamın amcası ölmüş. Bir süre Halep’te kaldıktan sonra, 1928’de Musul’a geçmişler, oradan da Bağdat’a yerleşmişler. Aslında bilerek Bağdat’a göç etmemişler, hedefleri her zaman ABD’ye gitmek olmuşsa da, kader onları Irak’a sürüklemiş.”
‘Kilisenin yıkılmasını Araplar engelledi’
Raffi Tajirian’ın teyzesi Dikranuhi Natour Parigian, 1999’dan bu yana ABD’de yaşıyor. “Beş kız kardeşiz, birimiz Fransa’da, birimiz Türkiye’de, birimiz Avustralya’da, birimiz ABD’de, birimiz ise Bağdat’taydı, öldü” diyor Parigian. En büyük ablası İrahid’in Bağdat’ta kaldığını, iki oğlunu Irak-İran savaşı sırasında kaybettiğini ve bunun acısına dayanamayarak vefat ettiğini söylüyor. Parigian, kendi hikâyesininin yanı sıra Irak’taki Ermeni geçmişini anlattı.
Ermenilerin Irak’taki geçmişi ne zamana dayanıyor?
Bunun için kesin bir tarih veremeyiz elbette. İran’ın Eski Çuha şehrinde tüccar Ermeniler varmış. Onların büyük bir kısmı ticaretle uğraşırlarmış ve bu kapsamda Irak’la da sürekli iş yaparlarmış. Bu tüccarların çok büyük bir kısmı, iş için 1600’lü yıllarda Irak’a göç etmiş. Ancak göç eden bir diğer grup Ermeni ise tüccar değilmiş. Bilindiği gibi Ermeniler, zamanında İran’da da katliama maruz kalmışlardı, o katliamdan sağ kalanlar Irak’a göç etmiş. Yalnızca Bağdat değil, Basra’da da Ermeniler çok rahat yaşıyordu.
Tüccar Ermeniler, 1700’lü yıllarda Bağdat’taki en eski Ermeni Kilisesi olan Surp Asvadzadzin Kilisesi’ni inşa ettiler. Bu kilise, 1960’larda büyük bir badire atlattı. Dönemin hükümeti, kilisenin yıkılmasını ve yerine rezidans dikilmesini istedi. Vinçler yıkmak için kiliseye geldiğinde, bölge halkı, ki tamamı Araplardan oluşuyor, hiç Ermeni yok, kilisenin önünde durup yıkılmasına engel oldular. Iraklılar, Meryem Ana’ya saygı duyuyorlar. Böylece kilise, halen olduğu yerde duruyor, yıkamadılar, yıktırtmadılar.
Ermeniler İran’dan Irak’a göç ederken, Şah Abbas Ermenilerden Bağdat’ı yeniden inşa etmelerini istemiş. O dönem Bağdat şehri çok karışmış, düzeltmelerini söylemiş. Bağdat’ta Gom Nazar denen biri varmış, bu kişinin Ermeni olduğu söyleniyor. Bağdat’ın haritasını çizen oymuş. Şehir, halen o haritadaki gibi şeklini koruyor. Adı mı Nazar, yoksa soyadı Nazaryan mı, bilinmiyor. Abbas döneminde Irak hükümetinde çok Ermeni vardı.
Sizin hikâyeniz nedir? Ne zaman, nerede doğdunuz?
Ben Musul’da dünyaya geldim. Annem Harputlu, babam Erzurumlu. Erzurum’daki ünlü Sanasaryan Okulu’nda öğrenci olan babam, Irak’a göç ederken 13 yaşındaymış. Annem henüz dört yaşındayken, Türkiye sınırındaki Zakho denen bir köyde annesini kaybetmiş, anneannem orada ölmüş. Bir süre sonra Ermeniler oradaki yetimleri toplamışlar. Osmanlı döneminde orduyla çalışmış Ermeni doktorlar o yetimleri toplamışlar, ki bu isimlerden Dr. Astarcyan’dır ki ruhu şad olsun, çok iyi hatırlanır. Dr. Astarcyan ve onun gibilerden oluşan bir grup, Ermeni yetimleri toplayarak Musul’daki yetimhaneye getirmişler. Annem de o yetimlerden biriymiş. O dönem kız çocukları çok bekletilmeden, henüz 16 yaşında evlendirilir ve anne olurlardı. Babamın annesi de bir gün yetimhaneye gitmiş, annemi görmüş ve evine almış. Annem henüz 12 yaşındaymış o eve gittiğinde. Üç yıl yanlarında kalmış, büyütmüşler onu, sonra da oğullarıyla evlendirmişler. Biz de beş kız kardeş, İrahid, Lioni, Vartiter, Vehanuş ve ben, bu şekilde Musul’da doğduk. Musul tutucu bir şehirdi. Kız çocukları, ortaokulu bitirdikten sonra evde oturtulurdu. Babam biraz gelişmiş bir insandı ve bu durum onun fikirleriyle hiç uyuşmuyordu. İki ablam, İrahid ve Lioni, altıncı sınıfı bitirdikten sonra evde oturmak zorundalardı. Babam da, kızlarının geleceği için 1952’de Musul’dan Bağdat’a taşındı. Musul’da yaşasaydık, ortaokuldan sonra evde oturacaktım. Oysa Bağdat’ta önce liseyi, ardından da üniversitede İngilizce öğretmenliği bölümünü bitirdim. Irak yasalarına göre, dört yıl doğduğunuz şehirdeki bir okulda eğitim vermeniz gerekiyor, o yüzden de üniversiteyi bitirdikten sonra dört yıl Musul’da görev yaptım.
Bağdat’ta Tarkmançats-Sıvacıyan dışında Ermeni okulu var mı?
Bu okul, 1900’lerin başında inşa edilmiş. O zamanlar Bağdat’ta Surp Yerortutyun Kilisesi’nde küçük bir okul varmış. O okul, zamanla büyümüş. Ancak Bağdat’taki tek Ermeni okulu, bu değil. Tarkmançats-Sıvacıyan, anasınıfından liseye kadar eğitim veren tek Ermeni okulu. Ayrıca ülke çapında karma eğitim veren tek okul olma özelliği de taşıyor. Öyle ki, Avrupa’dan Irak’a kültürel delegasyonlar geldiğinde, model olarak bu okul gösterilirdi. Onun yanı sıra Bağdat’ın Slekh ilçesinde bir ilköğretim okulu vardı. Orada fazla Ermeni nüfusu olmadığı için yalnızca altıncı sınıfa kadar eğitim veriliyordu. Ayrıca Sarazengin bölgesinde de bir ilköğretim okulu bulunuyor.
Sarazengin’in ismi nereden geliyor?
Sara, 1800’lerin sonunda yaşayan, köyleri olan, gittiği her yerde önüne kırmızı halı serilen çok zengin bir Ermeni’ymiş. Irak, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı, ihtiyaç duydukları zaman imparatorluğa para yardımında bulunurmuş. Sara, zengin olduğu kadar güzelliğiyle de isminden sıkça söz ettirirmş. Irak’taki Türk vali, Sara’ya gözünü dikmiş ve onunla evlenmek istemiş ancak Sara valiyi reddetmiş. Bunun üzerine vali, kadını tehdit etmiş. Tehdit üzerine Sara, İngiliz Konsolosluğu’na başvurmuş, yetkililer Sara’yı önce Basra’ya, ardından da İngiltere’ye kaçırmışlar. Sara, İngiltere’de bir hayat kurmuş ve oğluna, kendisini İngiltere’ye kaçıran konsolos yetkilisinin adını vermiş. Semtin adı bugün halen Sarazengin olarak anılıyor. Resmi ismi farklı da olsa, herkes o bölgeye Sarazengin der, kimse resmî ismini kullanmaz.