Berge Arabian’ın, fotoğraf karelerine ailesinin ve Kamışlı’daki Ermenilerin hayatını sıkıştıran babasına yazdığı, farklı bir versiyonu fotoğraf odaklı Dogfood dergisinin 2014 yaz sayısında yayımlanan bir mektup...
Çocukluğum ve gençliğim boyunca, evimizde ailemin, yakın ve uzak akrabalarımın fotoğrafları hep vardı. 60’lı yılların sonunda çekilmiş bu fotoğraflardan oluşan sadece birkaç tane albümümüz olsa da, aslında elimizdeki fotoğrafların sayısı çok daha fazlaydı. Teneke ve karton kutular, eski fotoğraflarla doluydu. Ailenin bir ferdi, aklına esip bu kutulardan birini dolaptan çıkardığında, o fotoğraflara saatlerce baktığımı hatırlıyorum. Kimileri ben doğmadan önce çekilen kareler elden ele dolaşırdı. Fotoğraflardaki insanların adlarını ve başka ayrıntıları anneme tekrar tekrar sorardık. Çoğunu babamın çektiği bu karelerde neredeyse bütün sülalemiz vardı.
Yıllar sonra, babam vefat etmeden bir süre önce, Kodak fotoğraf makinesini nasıl aldığını sordum ona. Çocukluğumun geçtiği Kamışlı’da, Karnig gibi yerli stüdyo fotoğrafçıları ve birkaç genç fotoğrafçı dışında kimsenin elinde fotoğraf makinesi görmemiştim. Elbette babam, gündelik hayatında elinde makineyle gezmezdi. Kendi atölyesi olan bir araba tamircisiydi. İşinde o kadar iyiydi ki, bir keresinde, Kamışlı yakınlarında bozulan pervaneli bir uçağın tamiri için onu çağırmışlardı. O teneke kutulardan birinde, babamın o uçağı tamir ederken çekilmiş bir fotoğrafını görmüştüm. Zaman zaman, mesela bir aile toplantısı olduğunda veya kasabayı bir yetkili ziyaret ettiğinde babamın makinesi ortaya çıkardı. Bir de katlanabilir tripodu vardı. Fotoğraf makinesine dair anlattığı hikâyeyi hayal meyal hatırlıyorum. Çocukluk anılarım ile dinlediğim hikâyeler kafamda birbirine karışmış durumda ama babamın bu Kodak’ı bir mağazadan değil, takas yoluyla aldığını iyi hatırlıyorum. Bir keresinde de, Kasabamızdan geçen İtalyan bir mühendisten, Fiat marka bir araba ve, yemek takımı ve katlanabilir dört sandalyesiyle birlikte taşınabilir bir piknik masası almıştı. O Fiat’la ailece yaptığımız yolculuklarda, yemek molalarında bagajdaki o masayı kullandığımızı hatırlıyorum. Daha sonra o masaya ne olduğunu bilmiyorum ama herhalde Suriye’den Lübnan’a taşınırken, arabayla birlikte birilerine verilmiştir.
Babamın Kodak makinesine dönecek olursak, bana anlattığı hikâyeden aklımda kalan şu: Türkiye’ye veya Irak’a giden bir Alman mühendis, Suriye’nin kuzeydoğusundaki kasabamızdan, Kamışlı’dan geçiyormuş. Arabasını tamir ettirmek için babama götürmüş. Parası olmadığından, ona emeği karşılığında bir saat, taşlarına Mason sembolleri işlenmiş iki yüzük ve katlanabilir tripoduyla birlikte Kodak marka fotoğraf makinesini vermeyi teklif etmiş. Fotoğraf çekmeye böyle başlayan babam, hiçbir zaman gerçek bir fotoğrafçı olmadı. Makinesini sürekli yanında bulundurmasa da, ailemizi ve bizim de içinde bulunduğumuz Diyarbakırlı Ermenileri o kadar çok fotoğrafladı ki, çektiği fotoğraflar Kamışlı’daki Ermenilerim 50’ler ve 60’lardaki yaşamına dair tarihi belgeler olarak kabul edilebilir. Negatifler ve basılı fotoğrafların çoğu, ailem 1966’da Suriye’den Lübnan’a ve oradan 1973’te Kanada’ya göç ederken kayboldu. Geriye sadece birkaç rulo negatif ve küçük fotoğraflarla dolu iki kutu kaldı. Babam fotoğraf makinesini, saati ve iki yüzüğü ölene dek sakladı. Hayatı boyunca taktığı saati ve yüzüklerden birini, pazar günleri uzun banyolardan sonra, parıldayana kadar cilalardı.
Kayıp negatifler
Babam, Beyrut’a taşındıktan sonra da fotoğraf çekmeye devam etti. Fakat Kanada’ya yerleştiğimizde fotoğraf makinesi yatak odasındaki dolaplardan birinde kayboldu ve epey bir zaman sonra, ben fotoğrafçılığa merak salana kadar ortaya çıkmadı. Bir projem için babamın makinesini kullanmaya karar verdiğimde, makinenin içinin paslandığını, kullanılmaz hale geldiğini gördüm.
Fotoğrafçılığa başladığımda, babamın yıllar boyu çektiği fotoğrafların negatiflerine ne olduğunu merak ettim. O teneke kutularda birkaç rulo gördüğümü hatırlıyordum ama başka yerlerde bir sürü rulo daha olduğunu düşünüyordum. Bütün evi aradım. Küçük bir kutuda bulduğum birkaç kesilmemiş film rulosuna o kadar uzun süredir el sürülmemişti ki, onları açıp bakmak bile zordu. Babam, özür dilercesine, negatiflerin Suriye’de ve Lübnan’da kaldığını itiraf etti. Çok şaşırdım ve derin bir üzüntü duydum; böyle bir aile hazinesi nasıl öylece kaybolabilirdi? Geri kalan o birkaç ruloyu basmayı akıl edene kadar üzüntümün üstesinden gelemedim. O negatifleri bastığımda, daha önce hiç görmediğim bu kareler beni büyüledi. Karanlık odada iki-üç hafta geçirdim ve oluşturduğum albümü aileme hediye ettim.
Karanlık odada canlanan görüntüler
Sen o fotoğrafların neredeyse hiçbirinde yoktun baba. Herkes, uzak-yakın tüm akrabalar vardı; bizzat tanıdıklarım da, sadece hikâyesini duyduklarım da, fotoğraflarda ete kemiğe bürünmüştü ama sen yoktun. Doğumumun öncesine ve sonrasına dair siyah-beyaz hikâyeler saklayan iki eski teneke kurabiye kutusu... Düğünler, vaftizler, aile gezmeleri ve toplantıları; hasat yapan, dükkânlarda çalışan insanlar... Onları bizzat tanımadan önceki halleriyle, çocukluğumun devleri... Ermeniler, Kürtler, Asuriler ve Süryaniler; rahipler, şeyhler, ağalar; okul gösterilerinde öğretmenler ve müzisyenler; Kamışlı caddelerinde ve Halep’teki stadyumlarda gösteri yapan atletler ve izciler; Ermeni Katolikosu Zareh’in Beyrut’taki cenaze alayı... Cemal Abdül Nasır Kahire’deki stadyumda konuşurken çekilmiş bir kare... Hepsi, iki teneke kurabiye kutusunda. Yıllarca gördüğün onca şeyden geriye kalanlar bunlardı işte.
Ama evet, aile fotoğrafında yer almak istediğin kimi zamanlarda ortaya çıkan o ince, katlanabilir tripodunu hatırlıyorum. Fotoğraf makinenin ve tripodunun güzelim deri kaplarını da hatırlıyorum; çocuk parmaklarımla o muhteşem dokuyu hissetmek ne kadar güzeldi. Yıpranmış derinin kokusu bugün hâlâ burnumda. Evet, hatırlıyorum. Akıp giden çocukluğumun sessiz gecelerinde o iki kutunun kaç kez ortaya çıktığını hatırlıyor musun? Annemle beraber, fotoğraflardaki insanların hikâyelerini anlatırdınız. Bu hikâyeler sayesinde sevdim ben o insanları. Benden önceki bir zamana dair duyduğum ebedi nostalji, işte bu kutulardan çıktı.
Peki, çok sonraları, sana ve anneme tüm bu yıllara ait negatiflerin nerede olduğunu sorduğumu hatırlıyor musun? Üç gün boyunca evin her yerini arayıp taradıktan sonra bulabildiğin tek şey, bir avuç negatif rulosunu barındıran, üstünde ‘Kosmos fotoğraf kâğıdı’ yazan bir kutu olmuştu. O günlerde fotoğrafçı olmaya çabalayan oğlunu hayal kırıklığına uğrattığın için gözlerine yansıyan o hüznü hâlâ hatırlıyorum.
Fakat bu kayıptan ötürü benim duyduğum derin kederi hiçbir zaman bilmedin. Negatiflerinin sonsuza kadar kaybolmasının beni ne kadar üzdüğünü öğrenmeni istemedim. Bir göçmen olarak dünyaya gelip, ömrünü de evden eve, ülkeden ülkeye savrulan bir göçmen olarak geçirmenin böyle bir şey olduğunu eninde sonunda kabullendim; toparlanıp gitme telaşı içinde nice şey yitip gidiyordu. Ama yine de...
Bilmeni istediğim tek bir şey var: O küçük kutudan çıkan negatiflerden oluşturup anneme ve sana hediye ettiğim fotoğraf albümünü hatırlıyor musun? Negatifler karanlık odada canlanmaya başladığında, daha önce hiç görmediğim büyülü karelerle karşılaşmanın verdiği coşkuyla nefesim kesilmişti. O fotoğrafların birçoğunda ben de vardım. Siyah-beyaz karelerle tekrar anlatılan, benim çocukluğumdu. Bunun da ötesinde, seni, babamı yeniden keşfetmiştim; farkında bile olmadan bir aile tarihini kaydeden adamı. Bunun için müteşekkirim sana.