Özellikle Yahudi Soykırımı anısına Almanya’da yaptıkları ‘karşıt-anıt’larla tanınan sanatçılar Horst Hoheisel ve Andreas Knitz, bugüne kadar yaptıkları projelerden ve karşıt-anıtlar etrafında şekillenen deneyimlerinden bahsetti.
Yaşamını ve çalışmalarını Almanya’da sürdüren sanatçı ikilisi Horst Hoheisel ve Andreas Knitz, 10 Haziran’da Hrant Dink Vakfı’nın konuğu olarak İstanbul’daydı. Vakfın Havak Salonu’nda ‘Parçalanan Tarih/ Karşıt-Hafızanın Sanatı’ başlıklı bir konuşma yapan ikili, TEAM Hoheisel & Knitz adı altında, özellikle Yahudi Soykırımı anısına Almanya’da yaptıkları ‘karşıt-anıt’larla tanınıyor. Hoheisel ve Knitz’in yapıtlarının ‘karşıt-anıt’ olarak nitelenmesinin nedeni, hafıza çalışmalarına yaklaşımlarının farklı, ürettikleri anıtların resmi söylemlerden uzak oluşu. Örneğin onlar, Berlin’e bir Holokost anıtı yapmak için Brandenburg Kapısı’nı parçalamayı önererek, Almanların böyle önemli bir ulusal bir sembolden, katledilen altı milyon Yahudi’nin anısına yeni bir sembol yaratmak uğruna vazgeçip geçmeyeceklerini sorguluyorlar. Ya da Buchenwald toplama kampında Naziler’in düşüşünün hemen ardından yapılan anma töreni için dikilen, kısa süre sonra da yıkılan bir anıtın anısına, yeni bir anıt inşa ediyorlar. Eski anıtın yerine yerleştirdikleri metal levhayı her daim 37 derecede, insan vücudu sıcaklığında tutarak ziyaretçileri, burada katledilen Yahudilerin varlığını hissetmeye davet ediyorlar. Bir diğer çalışmalarında, Naziler’in ötenazi uygulamasına kurban giden psikiyatri hastalarını hatırlatmak üzere, faillerin araçlarına, hastaları ölüme götüren gri otobüslere başvuruyorlar. Kısacası her bir işlerinde, insan eliyle yok edilenleri, göz ardı etmenin mümkün olmadığı şekillerde hatırlatıyorlar. Karşıt-anıtları vasıtasıyla, bir kitabın kapağını açar gibi, geçmişin kapılarını aralıyorlar.
Horst Hoheisel ve Andreas Knitz ile bir araya gelerek, bugüne kadar yaptıkları projelerden ve karşıt-anıtlar etrafında şekillenen deneyimlerinden konuştuk.
Hrant Dink Vakfı’nın davetiyle 10 Haziran’da Havak Salonu’nda yaptığınız konuşmanın sonlarına doğru, “Anıtlar geçmişle değil, aslında bugünle ilgilidir” dediniz. Bu görüşü biraz açar mısınız?
Horst Hoheisel: Anıtlar, varoluşumuzla ve geçmişi bugünde nasıl ele aldığımızla ilgili bize çok şey söyler. Ayrıca sanat tarihinin farklı dönemleri ve tarzları, o dönemlerde üretilen anıtlara, hatta karşıt-anıtlara yansır. Örneğin ‘Aschrott Çeşmesi’ adlı negatif anıtımın yapıldığı dönemde minimal sanat ön plandaydı. Aynı dönemde Micha Ullman Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’nin önüne, zeminin altına, Nazilerin yaktığı kitapları hatırlatan boş bir kütüphane yerleştirdi. O da bir tür negatif anıttı. Jochen Gerz, Hamburg’da yüksek bir sütun şeklinde inşa ettiği, insanların üzerine barış ya da faşizm mesajları, kısacası istediğini yazabildiği Holokost anıtını, en sonunda zeminde 50 x 50 cm. boyutlarında bir kare şekli kalıncaya kadar yere gömdü.
Savaştan ve Holokost’tan hemen sonra topluma derin bir sessizlik hakim oldu. Dolayısıyla etrafta hiç anıt yoktu. Zamanla insanlar, yaşananları ve kurbanları önce mezarlıklarda anmaya başladı. Fakat buradaki anmaların siyasi bir getirisi yoktu. Daha sonra anıtlar, mezarlıklardan çıkarak parklara, şehir dışlarına taşınmaya başladı. 68 Kuşağı sorular soruyor, yaşadıkları yerin tarihini deşiyordu. Bunun sonucunda ortaya, bölgelerinin Nazi geçmişini araştıran çok sayıda küçük yerel grup çıktı. Bu da anıt inşasında bir patlama yaşanmasına yol açtı. Anıtlar zamanla Almanya’da şehir içlerine doğru ilerledi. Berlin’deki ‘Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı’ da bu gelişmenin bir ürünüdür. Sonuçta anıtların şehir merkezlerine taşınması seneler sürdü. Bu durum toplumun hafızayı ele alış şekline dair çok şey gösterirken, kurbanların kendileri hakkında pek bir şey söylemiyor.
Andreas Knitz: Horst’un anlattıkları bir yönüyle sanatın, yaşananlara odaklanarak kendi içinde nasıl geliştiğiyle ya da katliamları anmakta nasıl bir rol oynadığıyla ilişkili. Sanat bir şeyleri keşfetmek, estetik şekilde düşünmek ve bir şeylere odaklanmak için bolca imkân sağlar. Aynı zamanda sanata dokunabilir, onu hissedebilirsiniz; o varken fazla kelimeye gerek yok. Bu da sanatın en büyük avantajı. Diğer taraftan diplomatik ve siyasi girişimler sıklıkla bilimsel bir bakış açısı taşır; ayrıca kullanılan dil ve kavramlar konusunda oldukça katıdır.
Anıtlar her ne kadar geçmişin derinliklerine dalmayı ve hatırlamayı sağlasa da, Türkiye’de karşılaştığımız örneklerde onların tarihi ve gerçeği çarpıtma ya da yeniden yazma girişimlerinde kullanıldığını görüyoruz. Örneğin burada Soykırımın kurbanları değil failleri için yapılmış heykeller, anıt mezarlar var. Sizce anıtlar ve karşıt-anıtlar nasıl bir işlev görüyor?
H. H.: Anıtlar yokluğun mevcudiyetini gösterir. Bizim işlerimizle göstermeye çalıştığımız, Soykırımın, Holokost’un yarattığı kayıplar. Burada sadece kurbanlarla özdeşleşmekten bahsetmiyorum. Ötenazi kurbanları için yaptığımız ‘Gri Otobüsler Anıtı’na konu olan otobüsler aynı zamanda faillerin aracıydı; hastaları gaz odalarına taşıdıkları bir araç. Bu anıt, katledilen psikiyatri hastalarının izlerini takip ediyor.
A. K.: ‘Gri Otobüsler Anıtı’nı Berlin’de, eskiden idari binaların olduğu, lojistikle ilgili kararların verildiği ve toplu katliamların, cinayetlerin planlandığı bir yere koyduk. Bir anlamda Holokost’un ilk adımları burada atılmıştı. Dolayısıyla bu, içerisinde karşıtlığı ve sorgulamayı barındırıyor.
H. H.: Biz çalışmalarımızda sadece kurbanların anısına değil, aynı zamanda faillerin icraatlarına da odaklanıyoruz. Eğer ortada bir kurban varsa fail de vardır. Sanat yapıtında bu iki cepheyi birlikte işlemenin beraberinde getirdiği bir zorluk ve yapıta fazla yüklenme riski var.
Berlin’deki Brandenburg Kapısı’nı bir soykırım anıtı yaratmak için parçalama fikri, hayata geçirdiğiniz başka projelerle benzerlik gösteriyor. 1997-2003 yılları arasında Weimar’a yaptığınız ‘Parçalanmış Tarih’ (Crushed History) yerleştirmesi örneğin… Orada eski bir Gestapo barınağı ve hapishanesini yıkıp, parçalarını alana dağıtmıştınız. Bu yıkımdan sonra yaptığınız şey için bir ‘yeniden inşa etme’ süreci denemez aslında...
H. H.: Berlin’de yapmayı önerdiğim, Brandenburg Kapısı’nı parçalayarak parçalarını kapının yerinde oluşacak boş alana yayma fikrinden yola çıkan Holokost anıtında, Almanların böyle önemli bir ulusal bir sembolden, katledilen altı milyon Yahudi’nin anısına yeni bir sembol yaratmak için vazgeçip geçmeyeceklerini sorguluyordum.
A. K.: Bahsettiğiniz diğer işte, Weimar’da yaptığımız ‘Parçalanmış Tarih’te, oradaki Gestapo yerleşkesini yerle bir ederek, parçalarını zemine yaydık. Belediye binasında toplanan bir grup insan önce bu barınakları beş kilometre öteye, Buchenwald’a taşımayı önerdi. Çünkü onlara göre, bu Nazi tarihi Weimar’a değil, 1937-1945 yılları arasında bir toplama kampına ev sahipliği yapan Buchenwald’a aitti. Weimar ise daha çok edebiyatla, insani değerleriyle anılırdı. Ancak biz bu yapıları parçalayarak oldukları yerde tuttuk, tarihi orada muhafaza ettik. Buradaki bir inşa değil; aksine bir yıkımdı. 2012’de Eberswalde’de yaptığımız ‘Büyüyen Hafıza’ (Growing Memory) işinde ise bir inşa süreci söz konusuydu. Eskiden şehirde bulunan ancak Kristal Gece’de (Kristallnacht, Nazilerin Yahudilere ve mallarına yönelik saldırılar düzenlediği 9 ve 10 Kasım 1938 gecelerine verilen ad) Naziler tarafından yıkılmış olan Eberswalde Sinagogu’nun toprak altında kalan temellerini bularak, bu temeller üzerine bir duvar inşa ettik. İçerisine de ağaçlar diktik. Böylece yapıya yeniden bir form ve hacim kazandırdık. Biz sanatçılar olarak sürecin ilk adımlarını attık; fakat işin geri kalanını doğa üstlendi. Burada hem inşa hem de doğal bir büyüme söz konusu. Bu iş, Eberswalde’de insan eliyle yok edilenlerle, dolayısıyla faillerle ilgili bir hikâye anlatıyor. İçeri kimsenin girememesi kayba, boşluğa ve ıssızlığa işaret ediyor. Sinagog on yıllar boyunca yoktu, tamamen kaybolmuştu. Fakat yıkılışından yaklaşık 70 sene sonra yeniden doğdu. Diğer taraftan yaptığımız anıt, bir tartışmayı da tetikledi. Eberswalde’de yaşayanlardan bu anıt için para toplanmıştı. Biz sanatçılar da bu bütçeyle içine kimsenin giremediği bir anıt inşa ettik. Bir sürü para ödedikleri anıtın dışında kalmaya zorlanmaları ilk etapta insanlarda bir tür şok yarattı.
H. H.: Eberswalde eskiden Doğu Almanya sınırları içerisindeydi. Burada yaşayan insanlar, şaşırtıcı bir biçimde, yaptığımız anıta tepki gösterdiler. “Siz Batılı sanatçılar buraya geliyor, yeni bir duvar inşa ediyorsunuz ve biz yine o duvarı geçip içeri giremiyoruz” dediler. Eski sinagogun temelleri üzerine inşa ettiğimiz duvarla Berlin Duvarı arasında ilişki kurdular.
Sizin bu benzetmeye cevabınız ne oldu?
H. H.: Biz her şeye rağmen projeyi yaptık. Berlin Duvarı da Nazilerin suçlarıyla ilişkiliydi, o dönemin getirdiği sonuçlardandı.
A. K.: Naziler olmasaydı, o duvarlar da olmazdı.
H. H.: Az önce söylediğiniz gibi, Türkiye’de hâlâ, 101 yıl önce yaşanmış Ermeni Soykırımı’nın failleri için dikilmiş anıtlar var. Berlin’de bir Holokost Anıtı’nın dikilebilmesi için de aradan 60 yıl geçmesi gerekti. İlk 40 sene bu konuyla ilgili sessizlik hakimdi. Sonra yavaş yavaş konuşmaya başladık. Sessizliği ya da gerçekleri çarpıtmayı yüzlerce yıl sürdürmek mümkün değil. Bence Türkiye’de de bu süreç başladı. Almanya örneğinde olduğu gibi, dışarıdan gelen baskı artıyor. Doğal olarak bu baskıya karşı, içeride doğan bir tepki de var. Zamanla ne olur bilemiyorum; çünkü dünya yeni bir milliyetçilik dalgasının etkisi altında. Belki birkaç sene önce bunları konuşmak için daha müsait bir ortam vardı. Bugünse sanat ve anıtlarla ilgili başka sorular açığa çıkıyor. Biz karşıt-anıtlar ve özel hafıza kalıpları yaratmaya çalışırken, sokaklarda agresif bir hareketlilik başladı. Sanatçılar olarak bununla savaşmanın her zaman yeni yollarını bulmamız gerekiyor.
Kimi zaman anıtlarınız etrafında, ulusal bayramlar gibi özel günlerde yapılan resmi törenlere yakın ritüeller oluşuyor. İnsanlar işlerinizle bir şekilde etkileşime giriyor. Bunlar arasında sadece bu acı geçmişi hatırlayanlar değil, anıtlar üzerine faşist mesajlar yazan Neo-Naziler de var. Siz bu etkileşim hakkında ne düşünüyorsunuz?
A. K.: Bence hafıza insanları da kapsamalı; sadece tören günlerinde de değil. ‘Gül Bahçesinin Dönüşü’ (The Return of the Rose Garden) adlı projemizde, eskiden Günzburg Psikiyatri Hastanesi’nin önünde bulunan ancak zamanla yıkılan gül bahçesini, Nazilerin ötenazi uygulamasının kurbanları anısına yeniden yarattık. Burası, sürekli bakım yapılması gereken bir bahçe. Biz de kliniğin şimdiki hastalarını gelip güllere bakmaya ve onları yetiştirmeye davet ettik. Bu, aynı zamanda insanlara anıtta bir rol oynamaları ve onun bir parçası olmaları için yapılmış bir çağrıydı. Zamanla güller büyüdü, tomurcuklandı… ‘Gri Otobüsler Anıtı’ üzerine de birçok tiyatro metni yazıldı. Öğrenciler onun üzerine yeni metinler üretti. Anıtın kurulumu kendiliğinden yeni bir süreç başlattı.
H. H.: 1993’te Kassel’de ‘Düşünce Taşları Koleksiyonu’ (Thought Stones Collection) adlı bir proje yapmıştım. Bunun için öğrencilerden ve şehrin sakinlerinden yanlarında getirdikleri ufak bir taşı Kassel’den sürülmüş bir Yahudiye adamalarını istedim. Bu sırada, savaştan önce Kassel’de yaşamış Yahudiler’in kısa yaşamöykülerinin ve fotoğraflarının olduğu bir kitaptan yararlandık. Katılımcılar ve taşlarını adadıkları insanlar arasında bazı bağlar vardı. Örneğin farklı dönemlerde aynı sokakta yaşamışlar, aynı okula gitmişlerdi. İsimleri, kişisel notları ve tarihleri yazdıkları kağıtlara sardıkları her bir taş katılımcıların küçük hafıza deposuydu. Burada öğrenciler, Kristal Gece’nin kurbanlarının isimlerini tek tek okuyordu. Binlerce isim... Bu, iki saatten fazla sürdü. Kurbanların sayısını yorgun bacaklarınızda bile hissedebiliyordunuz. Bu etkinliğe, bakan ve belediye başkanı da katılmak istemişti. Öğrenciler, herhangi bir konuşma yapmamaları şartıyla onların da gelmesine itiraz etmedi. “Bizimle aynı sırada kalacaksınız ve isimleri bizle birlikte okuyacaksınız,” dediler. Bu, politikacılar için oldukça karmaşık bir durumdu. Çünkü anma konuşmaları yapmaya alışkınlar. Sadece yanlarında bir taş getirmek bile onlar için zordu. Birinin yardımcısı bana, “Nasıl bir taş olmalı?” diye sormuştu mesela. Etkinliğin sonunda politikacılar tarafından hazırlanan her bir taşın, öğrencilerinkinden tamamen farklı olarak, birbirine benzediğini gördük. Taşlar onlar için birer üniformaya dönüşmüştü. Ama bu da gerekliydi. Projenin sonunda binden fazla taşla beraber bütün bu hikâyeleri bir araya getirdik. O sırada şaşırtıcı bir şey oldu; bir katılımcı taşın üzerinde gördüğü isimle kısa süre önce karşılaştığını hatırladı. Sonra öğrendik ki, vefat eden büyükannesinin evindeki eşyaları taşırken, üzerinde bu ismin yazılı olduğu masa örtüsü gibi eşyalara denk gelmiş. Kitaba baktığımızda, Yahudi kurbanların, büyükanne ve büyükbabasının eski komşuları olduğunu gördük. Ardından katılımcı, eşyalarını teslim etmek üzere ailenin hayatta kalan üyelerini aramaya başladı.
Aynı projenin bir diğer katılımcısı sosyal hizmetler görevlisi olarak gittiği Hayfa’daki bir bakımevinde kör bir yaşlı kadınla ilgileniyormuş. Kadına, yaptığımız projeden, Kassel’den Riga’ya ve Auschwitz’e sürülen bir Yahudi’ye adadığı taştan bahsetmiş. Bunun üzerine yaşlı kadın ağlamaya başlamış ve bahsettiği kişinin, annesi olduğunu söylemiş. Bu tür kolektif anıtlar ve paylaşılan süreçler, birden çok hafıza anlatısına olanak tanıyor. Bir sanatçının yönetim ya da il meclisinin desteğiyle diktiği bir anıtın yaptığından çok daha fazlasına...
2013’te Bonn’a yaptığınız, meydana gömülü bir kasa dolusu kitaptan oluşan ‘Kitap Ayracı” (Book-Mark) anıtı etrafında her sene aynı gün düzenlenen bir tören var...
A. K.: Bu iş için seçtiğimiz meydanda, 10 Mayıs 1933’te bir grup öğrenci ve profesör, sakıncalı bulunan yazarların kitaplarını yaktı. Buraya gömdüğümüz, içinde eserleri yakılan yazarların kitaplarının bulunduğu su geçirmez kasayı her sene 10 Mayıs’ta açarak, kitapları küllerinden doğan birer Anka Kuşu gibi dışarı çıkarıyoruz. O gün orada bulunan herkese, Bonn’un insanlarına bu kitapları dağıtıyoruz. Sonra da kasayı yeniden kitaplarla doldurup yerin altına indiriyoruz. Bu ritüeli her yıl aynı gün tekrarlıyoruz. Bizim yaptığımız, okumak ve tarihi öğrenmek için bir davet sadece. Her yıl yeni kuşaklar geliyor, yeni öğrenciler bu acı tarihle karşılaşıyor, ülkenin geçmişindeki felaketleri öğreniyor.
Hükümet ya da yerel yönetimler çalışmalarınızın uygulanabilme olasılığını etkiliyor mu?
H. H.: Kassel’in önde gelen girişimcilerinden Yahudi Sigmund Aschrott’un 1908’de yaptırılan ve 1939’da Naziler tarafından yıkılan çeşmenin bir tür negatifini yapma fikrinden yola çıkan ‘Aschrott Çeşmesi’ projesini hayata geçirmek ancak açık görüşlü bir belediye başkanı ve yönetimle mümkün oldu. Anıtı, 1987’de documenta 8 sırasında yaptım. documenta’nın düzenleyicileri ve belediye başkanının desteğiyle, Kassel halkına rağmen de olsa bunu yapabildim. Projelerin hayata geçirilebilmesi hep bazı kişilere dayanır. Yarışmalara katılmadan önce jüride kimlerin olduğuna bakarız ve bir şansımız var mı yok mu görüp, ona göre hareket ederiz.
Bazen ben de seçici jürilerde yer alıyorum. Bu tür değerlendirmelerin sonunda, uzlaşma gerekliliğinden dolayı, genellikle en güçlü proje yerine, hayata geçirilmesi en mümkün olan öneri kazanır. Çünkü sanat demokratik değildir. İyi sanat ise ödün vermez. Bu durumlarda en iyisi, jüride entelektüel birinin olması ve diğerlerini projenizin gücüne ikna etmesi.
Projeler nasıl bir fikir geliştirme ve hazırlık süreci sonucunda ortaya çıkıyor?
A. K.: İki farklı beyin bir araya geliyor. Ayrı araştırmalar yapıp en sonunda her şeyi birleştiriyoruz.
H. H.: Hiçbir zaman belirli bir konseptten hareket etmeyiz. Genellikle uluslararası sanatçıların yaptıkları anıtlar, senelerdir ürettikleri diğer yapıtlarına benzer. O anıtları gördüğünüzde kim tarafından yapıldığını anlayabilirsiniz. Fakat biz her zaman hikâyelerden ve mekânlardan esinleniriz. Her projenin sonunda da ortaya tamamen farklı bir şey çıkar.
Anıtlar savaşlar, soykırımlar ve tarihin acı dönemlerinde kaybedilen insanlar üzerine düşünmek için vardır. İnsanlar düşünceli olduklarında genellikle başlarını öne eğer, yere bakarlar. Bu nedenle biz de çoğu işimizi ya yere ya da yerin altında yaparız; asla büyük kaideler üzerine değil.
A. K.: Malzeme, form, konsept ya da süreç her seferinde farklı olasılıklar doğuruyor. Kullandığımız malzemeden, insanları projeye dahil etme şekline kadar tüm yapıtlarımız birbirinden farklı. Ancak hepsi aynı amacı güdüyor: O yer ya da mekânda geçmişi görünür kılmak ve tarihi; üzerine düşünülebilir, izlenebilir, hissedilebilir hale getirmek.