Doğu Avrupa ve Kafkaslar konusunda uzmanlaşmış, Dağlık Karabağ çatışması ile ilgili uluslararası takdir kazanmış çalışmalarıyla tanınan Thomas De Waal, Carnegie Europe sitesinde 26 Nisan’da bir yazı yayınlayarak, Tûba Çandar’ın İngilizce olarak yayımlanan Hrant Dink biyografisini ele aldı. Maureen Freely’nin çevirdiği ve Gerard Libaridian’ın önsözünü yazdığı kitapla ilgili bu önemli yazıyı Cansen Mavituna’nın çevirisiyle sunuyoruz.
Benzeri görülmemiş bir
dünyaya açılma süreciyle geçen on yılın ardından Türkiye yeniden içine kapanıyor.
Gazeteciler ve akademisyenler yargılanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bizzat
kendisinin başlattığı barış sürecini inkâr ederek, PKK militanlarıyla yeniden
savaşa girdi. Erdoğan, zayıflatmak için büyük mücadele verdiği 80'lerin ordu
mensuplarını andıran bir dille, Kürtlerin davasını destekleyen hemen hemen
herkesi yardım ve yataklıktan terörist ilan ederek, bu terörist dediği
insanlara sayıp sövüyor.
Bu durum, Erdoğan
yönetiminin 2000'lerin ortasındaki ilk yıllarıyla, azınlık haklarından, basın
özgürlüğünden ve AB üyeliğinden bahsedilen zamanlarla acı verici bir tezatlık
içinde. Son on yılda yaşanan gerileme, Türkiye'nin liderlerinin Hrant Dink'in
mirasını hiçe sayması olarak özetlenebilir.
Dokuz yıldan biraz fazla bir zaman önce, bir gün İstanbul'da, o dönemin umutlarına dair de çok şey söyleyen trajik bir an yaşandı. Ermeni-Türk editör ve insan hakları lideri Hrant Dink, 19 Ocak 2007'de, radikal milliyetçi bir genç tarafından öldürüldü. Dört gün sonra, binlerce sıradan Türkiye vatandaşı cinayete duyduklarıyla öfkeyle, Dink'in cenaze töreninde "Hepimiz Hrant'ız" ve "Hepimiz Ermeni'yiz" yazan pankartlar taşıyarak İstanbul'da yürüdü.
Bu sadece geniş çaplı bir halk protestosu değildi. Erdoğan, suikasti şiddetle lanetledi ve bakanlar cenazeye katıldı. Şu an başbaşkan olan Ahmet Davutoğlu, Dink'ten cesur ve barışçıl bir insan olarak sürekli övgüyle bahsetti.
Fakat şimdi Davutoğlu yönetimi sadece yeniden Kürtlerle savaşmakla kalmıyor, ayrıca çoğunluğu Kürt olan Diyarbakır'da bulunan, belediyenin Ermeni cemaati için bir ibadethane olarak restore ettiği Ermeni kilisesi üzerinde de hak iddia ediyor.
Kürtlere yönelik baskıcı politikalar, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca ülkenin çok daha az sayıdaki Hıristiyan azınlıklarına karşı uygulanan tahammülsüzlük politikalarını yansıtıyor: son Osmanlı yönetiminin onları yok etmek için yürüttüğü kampanyalardan sağ çıkan Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar.
Dink’in benzersiz mücadelesi
Türkiye'de (ve pek çok
yerde), araştırılmamış bir geçmiş, tahammülsüz bir şimdiyi meşrulaştırıyor.
Dink, hem geçmişin hem de bugünün adaletsizlikleriyle mücadele etmek için
herkesten çok uğraştı. İstanbul'un küçük ve ürkek Ermeni azınlığı için sesini
yükseltme fırsatını kaçırmadı -ve sadece onlar için de konuşmadı. Açık, etkili
ve cesur bir dille, diğerlerinin dile getiremediği -ya da dile getirmekten
korktuğu- düşünceleri aktardı ve bunun yaparken de Türkiye'nin hassasiyetlerini
her zaman göz önünde bulundurdu. Mesela, 1915 Ermeni Soykırımı'nın mirası
üzerine, unutulmayacak şu sözleri etti: "Ermeniler ve Türkler birbirlerine
bakışlarında klinik iki vaka durumundadırlar: Ermeniler travmalarıyla, Türkler
de paranoyalarıyla."
Dink, Türkiye'de bir
kahramandı. Şimdi nihayet İngilizcenin okurları da, Tûba Çandar'ın 2010'da
yazdığı muhteşem biyografisinin İngilizce basımıyla onu okuma şansını
yakalayacak.
Seslerden dokunmuş bir kilim
İngilizce basımın alt
başlığı şu: "Türkiye'nin sessizlerinin Ermeni sesi". Çandar harikulade
bir yöntemle, bu kitabı bir sesler kitabına çevirmiş. Dink'in ailesinin,
arkadaşlarının ve meslektaşlarının onlarcasının sesinden dokunmuş bir ses
kilimi gibi; polifonik bir sözlü tarih çalışması türünden bir biyografi.
Dink'in kişisel evrimi, modern Türkiye tarihine paralel ilerliyor. Kitap,
1950'lerde taşra hayatının zorluklarıyla başlıyor. Dink, 1970'lerin siyasi
çatışmalarının girdabında solcu oluyor. Birçok insan hakları aktivisti gibi,
Dink de 1980'deki darbeden sonra hapse atılıp işkence görüyor. Bu noktada polifoni,
Dink ve koğuş arkadaşlarının Dink'in ‘muhteşem tuvalet korosu’ dediği şeye
katılmasıyla kakofoniye dönüşüyor; gardiyanlardan dayak yememek için İstiklal
Marşı'nı yüksek sesle söylüyorlar.
Kitapta yer alan küçük sözlük ve kronolojiye ve Maureen Freely'nin güzel çevirisine rağmen, İngilizce dili okurları yolunu kaybedebilir. Modern Türkiye'nin hikâyesine aşina olmayanlar, isimler ve atıfların yarattığı fırtınada yolunu bulmakta zorlanabilir. Fakat yine de çabalamaya değer. Dink'in kişisel hayat hikâyesi, bir 19. yüzyıl romanı kadar değerli. Bir sokak çocuğu, öğrenci, radikal, baba, mahkûm, iş adamı ve kumarbazdı. Tüm bunlar, okurlar Dink'in Ermenice-Türkçe Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak kamusal kimliğine gelmeden önce kahramanı canlı bir şekilde insanileştiriyor.
Agos bir gazeteden
fazlasıydı. Kitaptaki bir sesin de söylediği gibi, ayrıca "bir sivil
toplum merkeziydi" ve bir bölümde de vurgulandığı üzere, birçok insanın
onları kaygılandıran meseleleri ilk defa ifade ettikleri bir "dünyaydı".
Dink'in öngördüğü gibi, Türkiye'nin demokrasiden uzaklaşması, Türk devletinin tarihiyle ve o tarih yüzünden acı çekmiş azınlıklarla uzlaşma isteğini de azalttı. Bunun karşılığında da Ermeni diasporasının Türkiye'ye karşı olan kesimleri katılaştı ve Dink'i kızdıran bir davanın sürmesine yol açtı: soykırımın uluslararası olarak tanınması. Ona göre, Türkiye'yi Ermeni meselesi konusunda yurtdışından hırpalamanın çok az olumlu bir etkisi vardı ve şöyle diyordu: "Ben insana ait olan bir olayın bu kadar hukuki bir terime hapsedilmesini ve buradan bir sonuç, bir siyaset üretilmesini kabullenmekte zorlanıyorum."
Dink'e göre, insanın bir
ayağının Türk dünyasında bir ayağının da Ermeni dünyasında olması tuhaf bir
ayrıcalıktı. Kitaptaki seslerden biri şöyle aktarıyor: "Bazen bana, birbirine
yabancılaşmış bir ailenin iki tarafını bir araya getirmek için yol bulmaya
uğraşan bir çocuğu anımsatıyordu." Çandar'ın kitabı, bu tasavvurun
Türkiye'de ne kadar kötü ıskalandığını hatırlatıyor.