‘Hodorçur, Vatanını Arayan Bir Gezginin Seyahati’ kitabı üzerine, Serhan Ada’yla ve Raffaele Gianighian’ın oğlu Nubar Gianighian’la sohbet...
GÖZDE KAZAZ
gozdekazaz@agos.com.tr
TUĞBA ESEN
ztugbaesen@gmail.com
Raffaele Gianighian’ın 1980’li yıllarda İtalyancada basılan ‘Hodorçur, Vatanını Arayan Bir Gezginin Seyahati’ adlı kitabı, İletişim Yayınları tarafından, Doçent Dr. Serhan Ada’nın Türkçe çevirisiyle yayımlandı. Erzurum ile Trabzon arasındaki Hodorçur kazasında doğan ve bölgedeki Soykırımdan kurtulan az sayıdaki Ermenilerinden olan Gianighian, 1915 ve sonrasında yaşadıklarını kaydediyor kitaba. Cümlelerinden, Gianighian’ın tüm yaşadıklarına ve tanık olduklarına rağmen, yaşama duyduğu aşkı kaybetmediği anlaşılıyor. Bu aşk, bazen karanlık bir gecenin sabahında, taze havanın ruhunu okşamasıyla depreşiyor. Bazen de uzanan bir yardım eliyle. Gianighian ailesini darmadağın eden katliamlarda İstanbul’dakileri, yani kendi halkından çok, halkı yönetenleri suçluyor. İçindeki insan sevgisini hiçbir zaman kaybetmiyor. Babasının, memleketinden uzakta can vermeden önce söylediklerini anımsıyor sık sık: “Oğullar, Hodorçur’a dönün, atölyemizi çalıştırın, bizim vatanımız orası.” Karşısına çıkan ilk fırsatta, 1977 yılında yaşamını sürdürdüğü İtalya’dan kalkıp memleketine gidiyor; sürgündeyken kiminde konakladığı kiminden geçip gittiği köyleri, yüzlerce insana mezar olan vadileri yayan geziyor. Böylece anlatısının detaylarına, bölgenin 1900’lerin başındaki ve 70’lerdeki yapısı ve yöre halkının yaşamı da giriyor. Önceleri, “Bahçelerinde yeşil çimen yerine çil altın biter” denilen Hodorçur’un Soykırımdan sonra nasıl lanetli, çorak bir coğrafyaya dönüştüğünü dinliyor Türk köylülerinden. Ve belki de ailesi için olduğu kadar, 1915’ten sonra Hodorçur’da yaşamaya devam eden tüm halklar için üzülüyor.
Kitabın lansmanı dolayısıyla, İletişim Yayınları ve Anadolu Kültür işbirliğiyle bir sergi düzenlendi. 25 Şubat’ta yapılan sergi açılışında kitaptan bazı bölümler Türkçe ve Ermenice okundu. Etkinliğe Raffaele Gianighian’ın oğlu Giorgio Gianighian (Nubar Gianighian) da katıldı.
‘Hodorçur, Vatanını Arayan Bir Gezginin Seyahati’ kitabı üzerine, Serhan Ada’yla ve Nubar Gianighian’la sohbet ediyoruz.
Çevirisini üstlenmeden önce, bir okur olarak Raffaele Gianighian’ın ‘Hodorçur, Vatanını Arayan Bir Gezginin Seyahati’ kitabı size neler hissettirdi?
Daha en başından bu kitabın Türkçede de okunması gerektiğini hissettim. Çünkü Gianighian’ın beklenmedik bir üslubu vardı. Yazarın kurgusu, aynı zamanda onun köylülerine anlattığı hikâyesi kendiliğinden akıp gidiyordu. Türkçede aynı akışı yakalayıp yakalayamayacağımızı düşündüm. Gianighian başından geçenleri, sanki bugün yaşanmış ve sıcağı sıcağına bir yere not edilmiş gibi anlatıyor. Fakat böyle olması mümkün değil. Kitabın kurmaca tarafı beni çok etkiledi.
Kitap aslında Ermenicede yazıldı, ilk olarak İtalyancada basıldı. Sizin yaptığınız çeviri de İtalyanca metin üzerinden…
İnsanların zorunlu olarak ya da kendi istekleriyle yaptıkları yolculuklar dillere de yansıyor. Dile yeni unsurlar giriyor ya da bazı unsurlar kayboluyor. Bunun en güzel örneği Gianighian’ın sergide yer alan mektupları. O mektuplar, sergi hazırlıkları sırasında araştırma yaparken arşivden çıktı. Önceden bulmuş olsaydım, kitaba da eklemek isteyebilirdim. Çünkü hikâyenin sonradan nasıl devam ettiğini gösteriyor. Bittiğini ve üzerinin kapandığını sandığımız anlatıyı yeniden canlandırıyor. Bu yüzden mektuplar da çok önemli.
Gianighian’ın yazdıklarını Türkçeye çevirirken ve onu güncel bir anlatım diline aktarırken herhangi bir zorluk yaşadınız mı?
Doğrusu yaşamadım. Ben profesyonel çevirmen değilim. Daha önce Etel Adnan’ın bir şiir kitabını çevirmiştim. Bazı metinlerle birebir ilişki kurabiliyorsunuz. Öyle olunca da profesyonel yazar- çevirmen ilişkisi ortadan kalkıyor. Kitabın çevirisini yaptığım sırada Türkiye’de değildim. Metnin üzerinden birkaç kere geçince bazı kelimeler kendiliğinden yerine oturdu. Beni zorlayan tek şey, şimdiki zaman anlatısını yakalamaktı. Sonrasında işler kolaylaştı.
Sizin de belirttiğiniz gibi zaman zaman kitabı, Gianighian’ın günlüğünü okur gibi okuyoruz. Fakat yazı yazmayı bırakın, onun o zamanlarda kâğıt- kaleme erişmesi bile mümkün değildir. Sizce, seneler öncesine ait anıları nasıl bu kadar berraklıkla hatırlayıp ifade etti?
İşin o yönünü kimse açıklayamıyor, kitabın büyüsü biraz da buradan geliyor. Geçtikleri her derenin, çayın, yaylanın adını, oralarda karşılaştığı kişilerin ismini şaşırtıcı bir biçimde hatırlıyor. Belki yaşadıkları belleğinde silinmemecesine, çok derin izler bırakmıştı, belki de bir ara bunları bir yerlere not etmişti. Diğer taraftan yaşadıkları kolay unutulacak şeyler değil.
Yazarın anlatımında olağanüstü bir doğallık var. Çocukken geçirdiği hastalık sonrasında öldüğünü sanıp onu gübreliğe atıyorlar. Tüm bunları, karnını doyurduğu bir ânı anlatır gibi yazabiliyor. Gianighian’ın enteresan bir dili var, siz de onun kitaptaki bu üslubuna müdahale etmekten kaçınmışsınız.
Mümkün mertebe onu korumaya çalıştım. Kitap bir bakıma, o çocuğun diliyle yazılmış. Gianighian aklında kalan dili olduğu gibi yazıya geçirmiş. Anılarını anlattığı ses kaydını dinlediğimde bunu daha iyi anladım. Öncelikle sesin kaydedildiğini, anlatının oradan yazıya geçirildiğini gördüm. O zaman fark ettim ki, bu ancak sözlü bir anlatımın parçası olabilir. Ses kayıtlarını da sergiye dahil ettik.
Yazar 1977’de, seneler sonra ilk kez Hodorçur’a geri dönüyor. Ve bunu hac yolculuğuna benzetiyor.
Gianighian İtalya’da, Cortina d’Ampezzo’da yaşıyordu. Burası aslında bir kayak merkezi, küçük bir yer. Buraya ilk kez bir arkadaşıyla birlikte kayağa gitmişler. Ancak Gianighian o coğrafyayı ve dağı görünce arkadaşına, “Burası Hodorçur”demiş ve oraya yerleşmeye karar vermiş. Orada karşılaştığı bir grup dağcının Erzurum civarındaki dağlardan bahsettiğini duymuş. “Orayı nerden biliyorsunuz?” diye sorduğunda, “Biz her yıl oraya gidip dağa çıkarız” cevabını almış. Ertesi yıl Gianighian da onların peşine takılmış. Yolculuğunun bir kısmını bu dağcılarla yapmış ama onlar köylere gitmedikleri için bir süre sonra gruptan ayrılarak yalnız devam etmiş.
Kitabın en ilginç yönlerinden biri de, yıllar sonra memleketine dönen Gianighian’ın bölgenin yerlileriyle arasında geçen konuşmalar. Kimi onu ve ailesini hatırlıyor, kimiyse hatırlamıyor. Ancak çoğu Ermenilere yapılanları ve bunun yanlışlığını biliyor. Hatta yaşadıkları toprakları lanetlenmiş sayıyorlar.
Evet, birileri buradan gitmiş ama geride bir şeyler bırakmışlar. Artık orayı, ruhların dolaştığı bir yer olarak düşünüyorlar. Fotoğraflarla birlikte bu anlatı daha büyük anlam kazanıyor. Örneğin Gianighian dedesini anlatıyor, dedenin fotoğrafını da görüyorsunuz. Hikâyenin görsel olarak da kurulabilmesi çok önemli.
Kitaptan yola çıkarak hazırlanan sergide, hem kitapta bulunan hem de Gianighian arşivinden çıkan fotoğraflara ve haritalara yer verdiniz. Bu belgeleri nasıl bir araya getirdiniz?
Kitaptaki fotoğrafları gördüğüm anda onlarla bir sergi yapılması gerektiğini düşündüm. Genellikle kitap yayımlandığında bir imza günü düzenleniyor; kitaplar imzalanıp sonra da rafa kalkıyor. Türkiye’de okuma etkinlikleri pek yapılmıyor. Yani kitabın dünyasına girmek için çabalamıyoruz. Ben bu projeyi bir bütün olarak ele almak istedim. İletişim Yayınları’yla kitap üzerinde konuşurken sergi fikrimden de bahsettim. Daha sonra Nubar Gianighian’dan ellindeki diğer malzemeleri de göndermelerini istedim. Sergiyi hazırlarken sadece kitapta yer alan fotoğraf ve haritalarla yetinmedik. Hodorçur’un 1915’teki görünümü ve Gianigian’ın yolculuğu sırasında çektiği fotoğraflarla 1970’lerdeki hali hem sergiye hem kitaba yansıyor. Ayrıca Gianighian’ın kendi ses kaydı da sergide kullanılıyor.
Bu mektuplar kime yazılmış?
Gianighian seneler sonra Hodorçur’a gidip oradaki köylüleriyle tanıştığında, aralarında bir arkadaşlık başlıyor. Birbirlerine mektup yazıyor, ağaç tohumları gönderiyorlar. Hikâye sessizce ve derinden devam ediyor. Sonra bir gün tekrar filizleniyor. Gianighian yaşananları hep insan hikâyeleri olarak anlatıyor, içinde kin beslemiyor. Diğer taraftan yapılanları da görmezden gelmiyor. Anlattıkları hem içindeki sevgisini hem de korkunç bir sefaleti, cehaleti göz önüne seriyor.
Sizce bu kitap, son yıllarda Türkçede yayımlanan diğer Soykırım hatıratları arasında nasıl bir yerde duruyor?
Bu hatıratlar Türkiye’de, benim adına ‘kimlik arkeolojisi’ dediğim bir şeyi tetikledi. Hepimiz geçmişimizi kazmaya başladık ve o kazılardan bir sürü beklenmedik sonuçlar çıkıyor. Bu bir taraftan şizofrenik bir durum; çünkü kendimizle ilgili bir sürü şey biliyoruz, fakat sonra öğreniyoruz ki aslında başka şeyler de varmış. Diğer taraftan da bütün bu benzeşmeyen ama bir arada var olan farklı parçalar, sizi oluşturuyor. Kitap, bu duruma çok büyük katkı sağlıyor. Türkiyelilerin kimlikleriyle ilgili sorgulamaları gereken şeyler var. Bu konuda pek çok kitap yazıldı; insanlar onlar aracılığıyla babaannelerinin, anneannelerinin geçmişini keşfettiler. Fakat iş burada bitmiyor. Kazdıkça yeni şeyler çıkıyor. Bu kitap da ‘Ermeni Türk’ başlıklı bir bölümde sabah namazına giden bir adamın, annesinin öldürülürken kendisini nasıl kurtardığı, köydeki boyacının ona nasıl sahip çıktığı, sonradan nasıl Müslüman olduğu ve şimdi de tarımla uğraşarak sürdürdüğü yaşamına dair anlattıklarıyla başlıyor. Bence, dünle bugün arasındaki tüm bu geçişler kitabın özgün yanlarını oluşturuyor.
Demirci ailesinin çileli üyesi
Raffaele Gianighian 1906 yılında Hodorçur kazası yakınlarında, Kisak’ta doğdu. Annesi Takuhi Çakalyan, oğlu üç yaşındayken zehirlenerek öldü. Babası Garabet demirciydi. Onun mesleği 1915’te ailesinin birçok üyesinin Soykırımdan kurtulmasını sağladı. 1915’ten 1919’a kadar Raffaele, Edessa (bugünkü adıyla Urfa) yakınlarındaki Büyükbağ’da kalarak Müslüman oldu ve Abdullah adını aldı. 1919’da bir Amerikan yardım misyonu tarafından bulunarak İstanbul’a götürüldü. Lise öğrenimini Venedik’teki Moorat Raphael Ermeni Koleji’nde tamamladı. Pavia’da Ecza Kimyası okudu. Hodorçur’a benzettiği Cortina d’Ampezzo’ya yerleşti ve burada bir vitrifiye ürünleri mağazası açtı. Dina Ghedina’yla evlendi. Bu evlilikten Yervant, Nubar, Vartan ve Susanna isimli dört çocuğu oldu. 1997 yılında, babasına bir gün mutlaka döneceği sözünü verdiği Hodorçur’a gitti. Bu yolculuktan sonra Soykırım anılarını yazan Gianighian, 22 Ocak 1997’de yaşama veda etti. Oğlu Yervant Gianikian’ın Angela Ricci Lucchi ile birlikte ürettiği, 2015 Venedik Bienali Ermenistan Pavyonu’nda sergilenen ‘Return to Khodorciur’ (Hodorçur’a Dönüş) adlı çalışması, Gianighian’ın yaşam serüvenini konu ediniyordu.
Nubar Gianghian: Türkiye’yi ziyaret etmeye tekrar karar vermek 20 yılımı aldı
Raffaele Gianighian’ın ‘Hodorçur’u basıldıktan kısa bir süre sonra düzenlenen sergi açılışı ve okuma etkinliğine, Gianighian ailesinin dört çocuğundan biri, Giorgio (Nubar) Gianighian da katıldı. Gianighian, ‘yoğun duygularla karışık tarihsel bir merak’ olarak hatırladığı bu etkinliğin kendisi için ne anlama geldiğini ve babasının hikâyesiyle kendi hikâyesinin kesiştiği yerleri anlattı.
Babanızın hikâyesinin Türkiye’deki okuyuculara ulaşması hakkında ne düşünüyorsunuz?
‘Hodorçur, Vatanını Arayan Bir Gezginin Seyahati’ kitabı aracılığıyla Türkiye’deki okurlar, ülkelerinin kritik bir dönemine ‘bir parça bilgi’ ekleyebilecek. Yeni tanıştığım ve okuma etkinliğine davet ettiğim bir arkadaşım, etkinlikten sonra bana teşekkür ederek ailesinin ona bu konuda hiçbir şey anlatmadığını, kitabın onun -ve onun gibi insanlar- için çok önemli olduğunu söyledi; çünkü artık o ‘bilgi parçasını’, hakkında hiçbir fikirlerinin olmadığı o tarihe ekleyebilecekti. Sonuç olarak, kitaptan çok memnunum. Muhtemelen böyle bir şeyin imkânsız olduğunu düşünen babam, bu kitabın Türkçe basıldığını görseydi çok sevinirdi.
Sergi açılışı için İstanbul’a geldiniz. Bu sizin için nasıl bir deneyimdi?
Daha önce tanımadığım Ermeni, Türk, Kürt ve benim gibi ‘karışık’ birçok insanla ve Kerabaydzar Levon Boğos Zekiyan’la tanıştım. Bu insanların orada bulunması, Serhan Ada’yla yaptığımız şeyin doğru olduğunu gösteriyordu. Etkinlik boyunca yoğun duygularla karışık tarihsel bir merak hissettim ve bu merakı izleyicilerin de paylaştığını gördüm. Ayrıca, kitap bölümlerinin hem Ermenice hem Türkçede okunması harika bir fikirdi. Türkçe bilmesem de iki dil, muhtemelen 1914’ten önce İstanbul’da olduğu gibi, iç içe geçti. Sadece böyle bir kutlamanın mümkün olabilmesi için 100 yıldan fazla zaman geçmesi gerekti. Ama daha fazlası olacak, buna hem inanıyorum hem de bunu umut ediyorum.
Konuşmadan önce duygulandığım için bir süre sessiz kaldım ama eşime bakıp babamın kitabın kapağında da bulunan, Venedik’teki Moorat Raphaelian Okulu’nun formasıyla çekilmiş fotoğrafını görünce cesaret buldum ve babamın, kitapta da bahsedilen, kişilik özelliklerini oluşturan kilit noktalarını anlatmaya başladım; açlık, sürekli açlık, tehcire dair suskunluk ve sonra memleketi olan ve şans eseri 71 yaşındayken geri döndüğü dağlar, karısıyla mutlu mesut yaşadığı İtalya’daki dağlar... Ve belki de dağdayken de hissettiği, ‘demirci’ diye bilinen ailesinden miras o hayatta kalma gücü…
Bu kitap İtalya’da yayımlanmadan önce babanızla soykırım hakkında hiç konuşmuş muydunuz?
Babam tehcirden ve Büyükbağ’daki hayatta kalma hikâyesinden nadiren bahsederdi: Parça parça, ufak detaylar, bir meyve cinsi, özel bir ekmek, sevdiği bir eşek bazen gün yüzüne çıkardı ama kişisel tarihinden hiçbir detayı anlatmadı. Hem Ermeni hem de Türk halkı bu trajedi hakkında sessiz kaldı. Hikayesini, 1977 yazında Alp dağcılarının bir keşif gezisi vesilesiyle Hodorçur’a gittikten sonra yazdığı kitapla anlattı. Döndükten sonra, yıllar önce aldığı Royal marka daktilosunda, Ermenice harflerle durmadan yazmaya başladı; ne hakkında yazdığını da bütün bu süre zarfında hiç söylemedi. Ona sürekli ne yazdığını soruyorduk ama sadece “Yazıyorum işte!” diye cevap veriyordu. Bir süre sonra da sormaktan vazgeçtik.
Yazmayı bitirdiğinde, metni kısaltarak İtalyancaya çevirdi ve sonunda da bana kitabı vererek, “Bu benim hikâyem” dedi. Büyük bir ilgiyle okudum ve sonunda o korkunç dört yıl boyunca nasıl bir travma yaşadığını anladım. Kitabı okuduktan sonra Türkiye’ye, Hodorçur’a yapmayı planladığım seyahati iptal ettim. Türkiye’yi ziyaret etmeye tekrar karar vermek 20 yılımı aldı.
Öyleyse Hodorçur’a gitmeyi de tekrar düşünmeye başladınız…
Şimdi, babamın köyüne döndüğü yaşta, 71 yaşındayım. Kardeşim Vartan 2010’da gitti oraya. Bense, dediğim gibi, 1980’lerin başında yapmayı planladığım seyahati iptal etmiştim. Şimdi gitme zamanı geldi ve çok geç olmadan bu seyahati planlamaya çalışıyorum.
Kitabın Ermenice basılmasını da ister misiniz?
Evet, böyle bir projem de var ama bunun için epeyce bir zamana ve dil eğitimi almam gerek, zira Ermenicem pek iyi değil. Babamın daktiloda yazdığı Ermenice orijinal metinde, İtalyanca versiyonunda olmayan bazı cevherler olabilir. Babam Hodorçur’u Ermenice basmaya karar vererek, elyazmasını Venedik’teki Saint Lazarus Manastırı’ndan Peder Mardiros’a teslim etmişti; matbaanın başında o vardı. Ama bilemediğim sebeplerle hiçbir gelişme olmadı. Kısa bir süre önce elyazması bana geçti. Buradan üç bölümü kopyalamayı başarıp İstanbul’daki Mıhitaryan Okulu’nda öğretmen olan Sevan Değirmenciyan’a teslim ettik. Okuma etkinliğinde bu bölümleri okuyan da o oldu. Kitap İngilizceye çevrildi, editörlüğünü de kardeşim Vartan yaptı. Şimdi ‘Hodorçur’ elimizde ama Ermenicesi hâlâ yok.
KİTAPTAN
‘Benim tanışlardan kimler hayatta?’
“Elimi avucunun içine alıyor, dikkatle bakıp inceliyor, yüzümde Aleksan’a benzeyen bir şeyler arıyor. ‘Ziyaretin şahsıma zevk ve şeref veriyor. Seninle beraber Aleksan’ı da göremediğime üzüldüm. Çocukken beraber çalışır, beraber oynardık. 1915 Haziranı’nda, Hodorçur tehciri sırasında babam, hayatını tehlikeye atıp Aleksan’ın ailesini Hunutsar çiftliğine götürdü. Onları iki ay sakladık. Erzurum valisi, Hodorçur’dan ikinci grubun da tehcir edilmesini emretmişti. Aleksan’ın ailesinin de kaderi diğerleriyle aynı oldu. Biraderini son defa 1915 Ağustos ayında Hunut’ta görmüştüm. Baban bay Avedis, bay Garabet ve Aleksan’a şöyle demişti: ‘Sizi kurtarmaya hiçbir gücüm yok. Sizi korkutmak istemem; Hodorçur’dan çıkan ilk kervan dağıtıldı; ikincinin de akıbeti aynı olacak. Avedis, kızını oğlumla evlendirelim.’ Avedis Ağa babama ‘Varvar daha çok küçük, birkaç sene daha bekleyelim, Hodorçur’a geri dönme ümidimiz büyük, o vakit oğlunla mesut bir evlilik yapmasına razı olurum,’ cevabını vermişti. Savaştan sonra Avedis ve Garabet Yemişçiyan biraderlerin Trabzon’a geçip Tiflis’e gittiklerini öğrendim. De bana şimdi Canikoğlu Rapael, benim tanışlardan kimler hayatta?”
‘Sen o salkımları ne çok severdin…’
“Geçmişin hatıraları hafızamda canlanıyor, gidip doğduğum evin yıkıntıları üzerine oturarak ilk gençliğimi anmak ihtiyacını hissediyorum. Kızıl dutların gölgesinde oturup Erivan’da yaşayan biraderime sesleniyorum: ‘Burada kızıl dutları buldum. Sen o salkımları ne çok severdin. Yokluğunu hissediyorum!’ Çantamdan Kisak’ın fotoğrafını çıkarıyorum. Yetmiş dört yıl önce çekilmiş.
Evleri tek tek gözden geçiriyorum, oturanları isim ve soy isimleriyle hatırlıyorum. Şimdi ne ev var ne de onların sakinleri, her şey silindi. Adeta bir deprem her şeyi silip süpürmüş gibi.”
‘İnsanlar masum kanı içiyor’
“Marta ana, üvey annem, Hermun’un ölümünden sonra ağzına bir lokma yemek koymadı. Oruç ayında gibiydi.
Kapının önünde duran güzel halının üzerine oturup sadece bir bardak çay içiyordu. Huzurlu bir şekilde İsa’yla konuşuyor, Peder Zakkar’a şöyle diyordu: ‘Yakınıma gel; beraber dua edelim. Bu dünya zalim oldu, insanlar hayvan gibi masum kanı içiyorlar. Evimiz gökyüzünde, hakikatse kalbimizde. Ruhum kainatta dolanıyor. Ermeni milleti için adalet istiyorum. Kocamla ve çocuklarımla beraber havada uçuyor gibiyim. Kalbim, huzur ve sükûn içinde neşe ve saadet dolu. Beni dinliyor musun Peder Zakkar? Hadi beraber söyleyelim: İsa, senin adın Aşktır.”