Portakal Sanat Evi’nde, Raffi Portakal ve bugünlerde galerinin yönetimini babasından devralan Maya Portakal’la söyleştik.
Portakal Sanat ve Kültür Evi, antikacı ve müzayedeci Yervant Portakal’ın Kapalıçarşı’da başlayan ve dört kuşaktır devam eden yüz yıllık mirasını ve birikimini dört kitapla kutluyor. Enis Batur’un kaleme aldığı ‘Raffi Portakal: Portakal’ın Yüzyılı’ adlı nehir söyleşi kitabı, ailenin kültür ve sanat ortamındaki serüvenini Raffi Portakal’ın ağzından anlatıyor. Hazırlanması yaklaşık bir sene süren kitapta, Portakal ailesinin öyküsü merkeze alınarak, Türkiye’de sanatın geçmişine ve değerli eşyanın el değiştirmesinin öyküsüne ışık tutuluyor. Portakal Sanat Evi’nde, Raffi Portakal ve bugünlerde galerinin yönetimini babasından devralan Maya Portakal’la söyleştik.
Her şeyin gelip geçici olduğu bir ülkede bir sanat kurumunun yüz yıl ayakta kalmış olması sizin için ne anlama geliyor? Bu tarih içinde kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz?
Dedem Yervant Portakal kendi döneminde harikalar yaratmış, 32 saray müzayedesi yönetmiş, Beyoğlu’nun hatırı sayılır müzayedecilerinden biri olmuş. Babam da kendini işin içinde bulmuş. Onun galerisi, bir antikacının, dükkânının dışında açtığı ilk galeriydi. Her hafta galeride sanki bir evi dekore eder, bir sahne yaratırdı. Ben iki kuşağın ardından mirası devraldım. Devam edebilmenin birkaç önemli koşulu var; çağı anlamak, modayı takip etmek, hatta öncü olmak. Kurallarımız oldu; yasal sakıncaları olabileceğinden arkeolojiyle ve nümizmatikle uğraşmadık, dedem uğursuz olduğuna inandığı için ikona satmadık. Bir sanat kurumunun yüz yıl dayanabilmesi, ekonomik güçlüklere katlanması zor. Kurumun yazılmamış kuralı şuydu: Beğendiğimiz eserleri satmayı, fiyat ile eser arasındaki ilişkiyi, kondisyonunun uygunluğunu ve orijinalliğini tartarak kabul ettik.
Kuşaktan kuşağa bilgiyi aktarmaya çalışıyoruz, her kuşak bir sonraki kuşağa el veriyor. Satın aldığımız, satmayı kabul ettiğimiz eserleri bir başkasına satarken, bir tür devrederken, o eserin ruhunda artık Portakal’ın da izinin olduğunu düşünüyoruz.
Sizin mesleğe atıldığınız yıllarda, Türkiye sanat piyasası henüz gelişmemişti. Nasıl bir mirası devraldınız, ve işe hangi eksikler ya da avantajlarla başladınız?
Dünyada antikacılıkta neler olduğunun farkındaydım. Gezip gördüğüm yerlerde edindiğim deneyimlerle, İstanbul’da farklı bir şey yapmaya çalıştım. O dönemde antikacı dükkânları tozdan geçilmezdi. Babamın yaptığı gibi, ben de galerimi düzenli hale getirdim. Biraz sezgi, biraz şans, biraz tarih ve sosyoloji bilmek, beni Türk-İslam eserlerine, yani turalı gümüşlere, tombaklara, Beykoz cam eserlerine ve hat sanatına yöneltti. Babamdan aldıklarımın yanı sıra Mesut Hakgören’in bilgisinden de çok istifade ettim. Galeride 13 yıl boyunca seminerler verdik. Konunun uzmanlarıyla birlikte, yaklaşık bin öğrenciyle bilgilerimizi paylaştık, söyleştik. Anlatırken insan bildiklerini gözden geçiriyor, sürekli okuyor ve araştırıyor. Bir de P dergisi işin içine girdi. Dergi için, Türkiye’de farklı bir dili, lezzeti olan yazarlar aradık, yurtdışından yazarlar ve uzmanlarla çalıştık.
Dört kuşaktır devam eden bir kurumda, babalarla kurulan ilişkiler zaman içinde nasıl bir değişim göstermiş?
Dedem ile babam arasında belirgin bir kuşak farklı olmuş, ama bunu iyi götürmüşler. Dedemin ve babamın ayrı dükkânları vardı ama müzayedeleri birlikte yaparlardı. Kuşaklar arasındaki geçiş her zaman aynı süratle olmuyor. Maya ile benim aradaki kuşak farkı büyük bir kırılma yaratmıyor. Ben 70’lerde kendi dükkânımı açmaya karar verdiğimde Beyoğlu bitmişti. Nişantaşı’na geldim. Babam yumuşak yüzlüydü, alacağının peşinde değildi, o yüzden hep borçlanırdı. Benim babamdan en büyük farkım, daha sert bir adam olmam. Babamın galerisinde arkadaşları gelirdi, gelsin çaylar, gitsin çaylar... Müşteri gelip gidiyor, onlar oturmaya devam ediyor. Ben müşteriye alan açılsın diye, dükkânımda bu tür alışkanlıklara bir sınır koydum.
Türkiye’de eşyanın el değiştirmesinin tarihi, ülkenin tarihine dair de çok şey anlatır. Bu konuda siz neler söylersiniz?
Eşyanın el değiştirmesi için üç kural var: Miras, boşanma ve iflas. Bunlara modanın değişmesini de ekleyebiliriz. Bunların dışında, yıllar boyu savaşlar ve göçler sonucu eşyanın ve servetin el değiştirmesine tanıklık ettik. Gidenler yanlarına neler alabilir? Koca bir kültürün bir parçasını belki alabilirler yanlarına. Göçtükleri yerde bıraktıkları büyük birikimler tahrip ediliyor, yağmaya uğruyor, bir kısmı alınıp satılıyor.
Eşyanın el değiştirmesi dendiğinde akla gelen ilk olaylardan biri Varlık Vergisi. Aile olarak o döneme nasıl tanık ettiniz?
Varlık Vergisi servetlerin el değiştirmesine sebep oldu. Büyük bir acı ve büyük bir ayıp. Savaşın getirdiği ekonomik zorluklar da var. Dedemin mal varlığının bir kısmı Varlık Vergisi’ne gidiyor. Yine de ucuz atlatılıyor, Pirinçcioğlu ailesi sayesinde... Babamın vergisi taksitlendiriliyor, böylece babam Aşkale’ye gitmekten kurtuluyor. O dönem Demokles’in kılıcı Aşkale’ye gitmek. İnsanlar gayrimenkullerini satarak bu dertten kurtulmaya çalışıyorlar. Birçok eşya, evler satılırken, evlerle birlikte verilmiş olabilir. Satışa çıkarılan eşyalar olduğunu da biliyoruz. Ancak dedem ve babamdan, Varlık Vergisi’nden etkilenen ailelerin eşyaları için özel bir müzayede düzenlendiğini duymadım.
Ailenizi doğrudan etkileyen bir başka tarih de 6-7 Eylül 1955. Babanızın dükkânının tahrip edilmesinin ardından Brezilya’ya gidiyorsunuz...
6 Eylül gecesini hatırlıyorum. Gece saat 10 civarı, biz uyurken Yeşilköy’de bağırtılar duyuldu. Babam bizi aldı, bir Türk arkadaşımın evine sığındık. Ertesi gün Yeşilköy sokaklarında gördüklerimi hiç unutmayacağım. Babamın Beyoğlu’ndaki dükkânı da tahrip edilmişti. Büyük göçler oldu. Aynı dönem Millî Koruma Kanunu işletilmeye başladı. Geliyorlar, olur olmaz cezalar kesiyorlar. Bunların ardından Brezilya’ya gittik, babamın akrabaları vardı orada, ama altı-yedi ay sonra Türkiye’ye döndük. Dayım Yeşilköy’deki evi sattı. Babam bir gün dönebileceğini düşündüğünden “Dükkânı satma” demişti ama dayım, belki aklında 1915’in hatıraları olduğundan, dönmemizi istemiyordu. Dükkânın üçte ikisini devretmişti. Sonuçta o da Kanada’ya göç etti. Brezilya’dan döndüğümüzde her şeye sıfırdan başladık neredeyse.
2004’te, ‘Batı Resminin Büyük Ustaları’ serginiz, barındırdığı ressamlar açısından Türkiye’de bir ilkti, riskli de bir işti. O süreci anlatabilir misiniz?
Gençlik hayallerimden biri, bu ülkenin zengin sanat ve kültür değerlerini Batı metropollerinde layık oldukları mekânlarda sergilemekti. Kuruluşunda rol oynadığım Sakıp Sabancı Müzesi’nin Osmanlı hat koleksiyonunu Newyork’ta Metropolitan, Harvard, Paris’te Louvre, Berlin’de Guggenheim müzelerine götürdük. Bir başka hayalimi ise gerçekleştireceğimi hiç düşünmezdim. Vaktiyle babamla Paris’teki müzayede salonlarında resim satışlarını izlerken, Türkiye’de bir Van Gogh, bir Renoir satıp satamayacağımızı sorardım, o da bunun kolay gerçekleşemeyecek bir hayal olduğunu söylerdi. Aradan yıllar geçti. Türkiye’de sanat ve antika piyasası gelişti, özel koleksiyoncu sayısı arttı, özel müzeler açıldı. Ancak yine de Batı resim sanatının önemli örnekleri ülkemizin sınırları içine giremedi. 2004’teki sergiyle bir gençlik hayalimi gerçekleştirmiş oldum. Ancak insanlar sergiyi gezerken, tabloların satılık olduğunu hemen anlamadılar. On bin kişi gezdi, tek bir resim satılmadı. Dev bir masraf yapmıştık. Tablolar geldiği gibi geri gitti. Altı yıl sonra benzer bir sergi daha yaptık. İyi bir başarı elde ettik, birçok tablo satıldı. Bu başarı, sabrın ve azmin sonucuydu.
KİTAPTAN
1915’in kayıp çocuğu Ara KeğezikTehcir sırasında anneannem ve dedem, Ordu’dan bir kafileyle yola çıkmadan evvel, üç-dört yaşlarında olan iki çocuklarını iki farklı aileye veriyorlar. Ara Keğezik dayım bir Rum aileye, Hıngeni teyzem bir Müslüman aileye veriyorlar. Akrabalardan, dostlardan pek çok kişiyi çeşitli biçimlerde kaybediyorlar. Önce Ordu-Mesudiye’de kalıyorlar. Anneannem kaymakamın eşinin terziliğini yaptığından Ermeni olduklarını saklamaları önce kolay oluyor ama durum anlaşılınca sürülüyorlar. Adıyaman’a vardıktan sonra annem ve ikiz kardeşi Anahit doğuyor. Orada kaldıkları üç yıl içinde, anneannemin zanaatı sayesinde, çok hırpalanmıyorlar. Ortalık yatışınca Ordu’ya dönüyorlar. Ara Keğezik yok ortada. “Öldü” deniyor ama bizimkiler Ara’nın ölmüş olduğundan emin değiller. Başına ne geldiğini hâlâ bilmiyoruz. Hıngeni teyzem ise, zar zor, dedemle anneannemin evine dönüyor. Çok trajik bir hayatı olmuş Hıngeni teyzemin. Bir ara Ordu’da “ikinci tehcir olacak” dedikodusu yayılıyor. Dedem “Biz Ermeni kalalım, Hıristiyan kalalım ama ben resmiyette Müslüman olacağım” diyor. Anneannemin ismi Semiha, dedeminki Ahmet Hamdi oluyor. 1940’larda Hıristiyanlığa dönüyorlar.
Maya Portakal: Başarılı bir babanın kızı olarak büyüdüm
Sekiz yıldır babamla çalışıyorum. Çocukluğumdan beri galeriyi sık sık ziyaret ederdim. Burada çalışan uzmanların arasında büyüdüm diyebilirim. Babamın, Çiğdem Simavi’yle birlikte Yıldız Sarayı’nda yaptığı müzayedeye gittiğimde henüz dört yaşındaydım. Bu, o yaşlarda bir çocuğu olağanüstü derecede etkileyebilecek bir olaydı. Müzayedeler kalabalık geçer, satışa sunulan her şey alıcı bulurdu. Müthiş bir gösteri seyretmeye gittiğimi düşünürdüm. Babamın bu işte başarılı olması, bu işi sürdürmem için beni motive etti. O hiç “Bir gün bu işi sen üstleneceksin” gibi şeyler söylemedi bana, ancak mesleğini sürdürmemi istediğini hep hissettirdi. Paris’te öğrenimimi tamamladıktan sonra İstanbul’a döndüm ve bu işi gittikçe daha ciddiye alarak çalışmaya devam ettim.
Henüz İstanbul Modern bile kurulmamışken, babam Picasso, Renoir gibi sanatçıların eserlerini Türkiye’ye getirdi. Benim için de bir Damien Hirst sergisi yapmak, onun eserlerini ülkemizdeki koleksiyonlara kazandırabilmek önemliydi. Bu, dedemin benimsediği, ‘yapılmayanı yapmak’ misyonunun devamı olan bir anlayış. Ülkemize, mesleğimize yeni ve hakiki değerler kazandırmak istiyorum. Babamın da benim de çağdaş sanat üzerine öğrenme sürecimiz bitmedi. Uluslararası sanatçıların üretimlerini Türkiye’deki koleksiyonlara kazandırmak benim için çok önemli. 2004’ten beri maddi beklentilerden başka önceliklerle hareket ederek, mücevher, çanta gibi, özel temaları olan müzayedeler düzenledik ve yeni bir müşteri kitlesi yarattık.