KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Halimiz Hayalimiz

Patlama beklemek, siyasi suikast beklemek… Bomba seslerini ayırt etmek. Sultanahmet’te patlayan bombanın Karaköy’de yayılan gümbürtüsünden parça tesirli değil, canlı bomba olduğunu bilmek. 

En saf duygumuza, şaşma eylemimize kastettiler. Olağandışı ve elbette insanlık dışı her şeyi sıradanlaştırdılar. Burcu Karakaş, Diken’de yayımlanan haberinde, Diyarbakır’daki o kanıksanmışlığı ve bunun isyan ettiren boyutunu şöyle kayda geçti: “Sabah, ağır silah ve top sesleriyle uyanıyoruz. Saat 07.00’ye kurduğum alarma gerek kalmıyor. Sur’da yankılanan sesler, bu civarda yaşayanlar için bir süredir çalar saat görevi görüyor. Gün ağarmaya başlarken pencereden dışarı bakıyorum: Beyaza bürünmüş yollarda bata çıka yürüyen çocuklar, silah sesleri eşliğinde okula gidiyor. Top seslerine, arada şeker gibi çınlayan okul zili karışıyor… Kırsaldan şehre taşınan savaş, Diyarbakır için yeni bir durum. Tam da bu yüzden halk hâlâ oldukça şaşkın. Diğer taraftan da şehrin orta yerinde patlayan silah ve bomba seslerine alışmak zorunda kalmışlar. En çok bu kanıksama hali insana korkunç geliyor.”

Kötülüğün beklenmesi, felaketin hayatta kalma içgüdüsüyle kanıksanması, 19 Ocak 2007’de gazetesinin önünde arkadan vurularak öldürülen Genel Yayın Yönetmenimiz Hrant Dink için de geçerliydi. Bir keresinde sekreter arkadaşımız koca bir paketle çıkageldiğinde “Kızım, bu paketleri öyle alıyorsunuz, ama içinde bomba mı var belli değil” demiş, aynı anda da paketi açmaya davranmıştı. Her hatırlayışımda acıyla gülümsediğim bu anı, onu tam da anlatan bir sahnedir. Her şeyi herkesten önce bilen, bile bile devam eden, korkusunu korkan ve yolundan alıkonmayan bir insan. Sonra benzer bir diğer âna zıplarım belleğimde. “Karakaşlı, sence beni öldürürler mi?” diye sorar pat diye, “Sence bu kazağın rengi pantolona uymuş mu?” doğallığında. Ve böyle sorulan soruya, onun beklediği, ihtiyaç duyduğu hınzırlıkta yanıt vermek gerekir: “Saçmalama ne öldürmesi. Seni öldürüp star mı yapacaklar başımıza!”

Şu hayatta bundan fazla cebelleştiğim bir cümle yok. Kendimi affetmişliğim yok. Çünkü bazen suç olmasa da ödeşemez insan kendisiyle. Al sana star diyorum her seferinde. Ve arka planda yurttan sesler korosu olarak olay yerinde cirit atan jandarma, birbirini ele veren istihbarat, güç dengeleri uyarınca ifşa edilen hükümet-cemaat görevlileri, hep o aynı nakaratta birleşiyor: “Masum değiliz, hiçbirimiz.”

Ensesinde bir nefes olarak hissettiği tehdit ve tehlikeye rağmen ülkesinden ayrılmayan Hrant Dink ise bugün öngörülü fikirleri, inançlı mücadelesi ve ilham verici kişiliği kadar, cinayet davasının seyriyle de Türkiye’nin gündemini ve aslında geleceğini belirlemeye devam ediyor. Gün geçmiyor ki, olay yerinde cirit atmayan yeni birileri çıkmasın. Kamu görevlilerinden, istihbarata, jandarmadan, tetikçilere, herkes cinayetin bilfiil içinde. Hal böyle olunca da, iddianamenin seyri, kimin kimi hangi saikle ve nasıl bir zamanlamayla kimi ele vereceği ya da korumak istediği üzerinden gıdım gıdım ilerliyor. Savcıların elden ele iletmek durumunda kaldığı klasörler dolusu iddianamenin yıllar sonra ortaya dökülen telefon kayıtları, Hrant Dink ve biz Agos çalışanları hangi haberi nasıl vermenin derdindeyken, ağ misali ince ince, sistematik bir soğukkanlılıkla örülen cinayeti açık etmesi açısından ibretlik birer vesika. Oysa adalet, her ne kadar bu memlekette esamesi okunmasa da, gayet sarih bir şey. Dahası adalet, mesele edindiği davalardan bağımsız, süregiden hayatı doğrudan etkileyen devasa bir güç. Zira, cürme, cinayete, katliama teşvik açısından cezasızlıktan daha etkili bir müessese yok. Dolayısıyla, tarihe bugünden baktığımızda, bütün zulüm tekerrürünü birbiri üzerine itina ile dizilen bir kule olarak görmek mümkün. Kürt illerinde halkı ablukaya alan, evlere havan topu ile saldıran, çatılara yerleştirilen keskin nişancılarla, özel timlerle, en temel ihtiyaçları için sokağa dökülenlerin canına kıyan bir devlet aygıtının, günümüz iletişim olanaklarına rağmen hakikati nasıl çarpıttığı, hangi resmî yalanlara başvurulduğu düşünülürse, tarih dersi kitaplarını okumanın tek yolunun da ne deniyorsa tersini anlamak olduğu anlaşılır.

Sivil ölümlere, en aleni insan hakkı ihlallerine karşı sesini yükselten akademisyenlerini, yazarlarını, gazetecilerini, “Oluk oluk kan akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” diyebilen yeraltı dünyasının namlı isimlerinden Ergenekon sanığı Sedat Peker’e hedef gösterten bir iktidar, elbette ki Hrant Dink cinayetini çözemez. Çözdüğünde orası başka bir Türkiye olur. O Türkiye ise yüzyıllık bir hayaldir.