Yüzyıl sonra yine…

Diyarbakır’da oğlunun cenazesini sokaktan kaldırmak isteyen baba önce Vali’ye gitmiş. Vali, demiş, “Cenaze arabanı getir, al.” Vermemiş yüzü kapalı birileri. “Biz vali mali bilmeyiz” demişler. Savcıya yollanmış: Savcı demiş ki “Ölümünden biz sorumlu değiliz. Bunu kabul eden kağıdı imzala, oğlunu git, al, göm.” Almamış.

“...uyumak istiyorum.” 13-14 yaşlarındaki genç kızın, burnunu çekip ağlayarak yaptığı kısacık konuşmadan…Her yeri demir polis barikatları ile çevrili, okulları, sokakları, dükkanları kapalı, roketlerin atıldığı, kurşunların uçuştuğu - artık neler varsa- tank, akrep, top, tüfek boş durmadığı, yemek ve içmek için ekmek, su bulunmayan bir Diyarbakır mahallesinde yaşıyor.

Top, roket. kurşun sesleri arasında uyumaya çalışan binlerce bebek, çocuk, kadın, erkekten sadece biri. Facebook’taki resmi gördünüz mü bilmiyorum. İşte aşağıda.

1915’e benziyor

Batı Türkiye’deki azcık bilgili, duyarlı kişiler diyor ki: “1915’e benziyor. Ermenilerin tehcirine.” Bir asır öncesini, o günleri “görmek”, tanımak istemeyen, “Tehcir yok, karşılıklı öldürme var. Soykırım olmadı” diyenler bugünü hiç bilemez. 

Çocuklar açlıktan ağlıyor

Anne-baba soruyormuş: “Neden benim çocuğum ölmeden barış gelmiyor?” Bir anne anlattı: “Çocuklar açlıktan ağlıyor. Onları bayramdan kalma şekerlerle besliyorum, bitene kadar. Evde yiyecek kuru ekmek bile yok...”

Oğlunun cenazesini sokaktan kaldırmak isteyen baba önce Vali’ye gitmiş. Vali, demiş, “Cenaze arabanı getir, al.” Vermemiş yüzü kapalı birileri. “Biz vali mali bilmeyiz” demişler. Savcıya yollanmış: Savcı demiş ki “Ölümünden biz sorumlu değiliz. Bunu kabul eden kağıdı imzala, oğlunu git, al, göm.” Almamış.

Gergedan sürüsüyle karıncaların savaşı

“Cenazelerimizle bizi teslim almaya çalışıyorlar” diye ekledi. Bir başkası, “Asırlarca görülmemiş bu zulüm bize fazla... Sesimiz, soluğumuz çıkmadan susturulmaya çalışılıyoruz.”

Bir de bir “Esedullah”tan söz ediliyor, yeni bir milis grubu. 1990’ların Hizbullah’ına belki Hizb-i Kontra’sına kardeş olmalı.

Bir başka erkek: “Gergedan sürüsü ile karıncaların savaşı” olarak tanımladı durumlarını, “Biz”, dedi “Savaşan her iki tarafa da seslenmeye çalışıyoruz.” Sokağa çıkma yasağı kesintilerle, ama toplam gün sayısı olarak, seçim öncesi ile beraber üç aydır devam ediyormuş. 

Rakel Dink: Toprak doymaz kardeşlerim.  Fotoğraf: Yücel Tunca.

Kışanak: En az 10 bin ev boşaldı

106 kişi 30 Aralık’ta Diyarbakır’a barış demek için gittiğimizde Diyarbakır Anakent Belediye Eş Başkanı Gültan Kışanak anlattı: “En az on bin ev boşaltılmış, yani sakinleri iç savaş yüzünden orayı-evini terk etmek zorunda kalmış. 800 ev, içinde yaşanamayacak kadar hasarlı. 100 bin insan, evsiz-eşyasız. Hayatı boyunca biriktirdiği her şey savaşta gitmiş, hiçbir şeyi yok”.

Hendek var diye 100 bin -hatta, bazı yabancı kaynaklara göre-DemocracyNow- 200 bin insanın hayatı yok sayılabilir mi? Milyonlarca insanın hayatı buzdolabında bekletilebilir mi?

22 belediye eş başkanı tutuklandı

“Kendimi hiç bugünlerdeki kadar kötü hissetmedim” dedi Kışanak, “Faili meçhuller döneminde gazetecilik yaparken bile. Her şey katmerleşerek devam ediyor. İşin içinden çıkılmaz bir noktaya geleceğiz.”

Devam ediyor: “Her türlü teklif reddedildi. Masada bizden başka kimse yok... Yerel yönetimler deseniz, kadük. Bu kadarcık yetkiyi bile bizden alacaklarmış.”

Bölgede 22 belediye eş başkanı tutuklanmış, “TCK 302’den müebbet hapisle yargılanıyorlar”mış. Tek nedeni “adem-i merkeziyetçilik açıklamasının yanında durdular” diye, “Oysa 2004’teki yerel yönetimler yasası bir miktar özerklik getirmişti.”

302. maddenin birinci fıkrası: “Devletin topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymak, Devletin birliğini bozmak, Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmak, Devletin bağımsızlığını zayıflatmak amacına yönelik elverişli bir fiil işleyen kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.”

Kışanak hakkında açılmış 121 dava varmış. Baktı bana, “Üzülme” dedi, “Tek dert bu olsun”. Belki bunları okudunuz, gördünüz başka yerlerde. Orada bir gün bile kalmadık bizler. Ne gördük ki? Hiroşima MonAmour filminde kadın, Fransa’da 2. Dünya Savaşı sırasında yaşadığı her bir korkunç tekil olayı anlattıkça, adam “Sen hiçbir şey yaşamadın” der. İşte böyle. 

Öztürkçesi özyönetim

Oysa bir-iki gün önce Açık Radyo’da akademisyen Cengiz Aktar, “Adem-i merkeziyetçilik yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkiyi tanımlıyor, sadece” diye anlatmıştı.

Şöyle: “Adem-i merkeziyetçilik, diyelim özyönetim ne? Merkezin, iktidarı paylaşması demek. Konfederal devletten mahalle yönetimine kadar gider. İktidarın sorumluluğunun, görevinin bir kısmını yerele devretmesi demek. Belediye dahil, bölge dahil, mahalle dahil. Bu kadar. Hepsi bu kadar. Türkiye’de 1305 belediye, büyüklüğü Türkiye'nin yarısı kadar Almanya’da ise 14 bin belediye var.”

Hatırlıyorum, tuhaf sözcüğü, ortaokul dersinde kitapta okumuştum.Sonra lisede, derken ünivesitede. Şimdi öztürkçe karşılığı bile yasak neredeyse. İyi ki Arapça var! Aktar'ın Ademimerkeziyet Elkitabı’nı okumak gerek. 2014'te İletişim Yayınları’ndan çıkmış.

Ve bu taraf

Bugün Ortadoğu’da yaşanan, ne olup bittiğini kimsenin bilemediği, içinden çıkamadığı süreçten, herhangi bir devlet, Rusya-ABD-Fransa-İngiltere-Türkiye, İran, başka? İD, kim bilir Suudi Arabistan, yörede, tam baskın-taşkın, tek egemen diktatöre dönüştüğünde...

Göç, savaş. ölüm gelip evin kapısına vardığında Batı ve İç Türkiye’de de insanlar, torbalar, naylon poşetler yerine, irili-ufaklı tekerlekli valizleriyle evlerini terk etmeye başlayınca, başlarına gelenin, hiç “görülmemiş, yaşanmamış”, “tekil” ve en “korkuncu” olduğuna hükmedecek. Canları sağ olsun. Diyarbakır’a tanıklık edenlerden söylemesi. 

Batı’dan tık yok

Vakti ile Boğaziçi’nden (o dönemin Robert Koleji) beraber mezun olduğum arkadaşlarla bir buçuk yıldır konuşur, yazışır olduk. Onları severim, ayrıksıydım ama çoğu ile epey de yakındım. Kaldı ki geçen yıl Bizim Tepe’de toplanmış, birbirimizi öpüp koklamış, yemekte epey sohbet etmiştik.

31 Aralık günü Diyarbakır’dan döndükten, düşündüklerimi, yaşayıp gördüklerimi kendimle bir miktar paylaştıktan sonra e-postalarıma bakmak için masanın başına oturdum. Hepsinden yeni yıl için klasik ama hoş mesajlar gelmiş. Hırtlık bu ya, “Dur” dedim “Ben de yazayım”.

Kimsenin yeni yılını kutlamadım; Barış İsteyen 106 kişi ile yaptığımız Diyarbakır yolculuğunu, tanık olduklarımızı özetledim. Ve araya da, orada çektiğim birkaç fotoğrafı koydum. Sonunda da “Sizleri seviyorum ama anlayamıyorum” dedim, “Niye orada yaşananlar hakkında tek söz etmiyorsunuz?”

Hiç ses çıkmadı. İki gün sonra bir not daha ilettim hepsine, “Barış” diyemiyorsanız, “Hiç olmazsa demokrasi” deyin.

Günlerdir yaprak kıpırdamadı...

Barış İsteyenler Diyarbakır’da- Kısa belgeseli:

Kategoriler

Güncel



Yazar Hakkında