80’ler ve 90’ların başında bölgede gazetecilik yapan Cengiz Mumay, yeni çıkan kitabı ‘Ne Çok Terörist Vurulmuş’ta haberlerin perde arkasındaki 44 ayrı olay ve 77 sivilin ölümünü anlatılıyor.
Uzun yıllar Güneydoğu’da insan hakları ve hak ihlalleri üzerine haber peşinde koşan gazeteci Cengiz Mumay’ın, yeni kitabı ‘Ne Çok Terörist Vurulmuş’ta Güneydoğu’da gazetecilik yaptığı yıllarda haberini yaptığı olayların arka yüzünü anlatıyor. Mumay, 80’ler ve 90’ların başındaki gazetecilik sürecinde tanık olduğu olayların arka perdesini arşivinde biriken belgelerle destekleyerek ama romansı bir dille okuyucuya aktarıyor. Siirtli bir anne babanın çocuğu olan Cengiz Mumay, aslında ilkokul öğretmenliği ardından da iktisat eğitimi aldı. Fakat babasının gazeteci olması nedeniyle 13 yaşındayken ‘Siirt’te Son Söz’ gazetesinde mesleğe başladı. İlerleyen yıllarda önce Türk Haberler Ajansı, Sabah Gazetesi, Güneş Gazetesi’nde çalıştı. Ardından Cumhuriyet Gazetesi’nde Siirt muhabirliği yaptı ve Adana Bürosu’na geçti. Mumay o dönemde birçok haberinin yayınlanamadığını söylüyor. Yayınlanmayan haberlerinin bir kısmını 91’de çıkardığı ‘Ne Çok Terörist Vurduk’ isimli kitabında anlatan Mumay, şimdi de ‘Ne Çok Terörist Vurulmuş’la 44 ayrı olay ve 77 sivilin ölümünü anlatılıyor.
Gazetecilik hala zor yapılan bir meslek. Sahada çalışmış bir gazeteci olarak çalıştığınız dönem ile içinde bulunduğumuz yılları nasıl karşılaştırırsınız?
Ben dokuz yıl boyunca sadece gazetecilik yaptım ve hep sahada çalıştım. Biz sürekli tedirgindik, şoförlerden çekindiğimiz için arabaları kendimiz kullanırdık, askerler ile iletişim kuramazdık, çoğunlukla gizlenerek çalışırdık. Bazı bölgelerde haber yaparken bu bölge daha önce haber yaptığım binbaşının bölgesi diyorsunuz, daha temkinli ve tedirgin yaklaşıyorsunuz. Fakat tüm şartlara rağmen gazetecilik yapılabiliyordu. Gazeteciye bir saygı vardı fakat şimdi hiç yok, bölgeye bile giremiyorsunuz artık. Tabii o zaman da çeşitli baskılara maruz kaldık ama bu kadar aleni bir şekilde dayak yiyen, vurulan gazeteciler yok denebilecek kadar azdı diyebilirim.
Şimdi çok küçük yerlerde bile gazetecilerin ne zorluklar yaşadığını, nasıl tahkir edildiklerini görüyoruz. Maalesef ki memleketin karakteristik yapısı buna dönüştürüldü, 13 yılda başka bir nesil oluştu. Bir de o zamanlar yine yandaş gazeteler vardı fakat gazetecilik yapıyorlardı. Yandaşlar şimdi gazetecilik yapmıyor, o kesimin tepki gösterdiği bir haberi tüm yandaş gazeteler aynı başlıkla yayınlayabiliyor ki bu bir kepazeliktir.
Kitap nasıl gelişti? Sahada ne gibi olaylarla karşılaştınız?
Güneydoğu’da bir terör hadisesi vardı, buna karşı alınan önlemler vardı, bir halk tarafı vardı ve bir de ekonomik etkenler vardı. Biz bu olayları zaten yazıyorduk. Falan yerde, filan köy basıldı, çatışma çıktı, şu kadar kişi öldü gibi. Bir de bu olayların perde arkası vardı, bu kitapta olduğu gibi. Biz aslında bu kitabın içindeki birçok olayı bir habere giderken tesadüfen öğreniyorduk. İnsanlara kendi dışkılarının yedirildiği Cizre’nin Yeşilyurt köyünde yaşanan meseleyi biz bir devlet operasyonunun takibini yaparken öğrendik. İnsanlara örgüte yardım ettikleri gerekçesiyle işkenceler yapılıyordu ve bu insanlar bir süre sonra dayanamayıp dağa çıkıyorlardı.
Mesela devlet diyor ki, “Altı terörist vurdum.” Fotoğrafa bakıyoruz, sadece üç silah var. Diğer üç kişi ne yapmaya çıktı dağa? Çantasız adam ne yapıyor dağda? Mokasen ayakkabı ile dağda terörist mi olunur yani? Biz bu olaylardan ciddi anlamda kuşkulanıyorduk ve sürekli telefonlar alıyorduk. Tarlasında vurulan yaşlı amcadan, 13 yaşındaki çocuğa kadar inanılmaz olaylara denk geldik. Bunun üzerine yine bu olaylar ve hak ihlallerini barındıran ilk kitabım ‘Ne Çok Terörist Vurduk’u 1991’de yayınladım ve şimdi de ‘Ne Çok Terörist Vurulmuş’ kitabını çıkarttım. Şimdi üçüncü bir kitap üzerine çalışıyorum. Yine sivil ölümlerini ve hak ihlallerini konu alacağım.
Devletin Kürt meselesindeki tutumu, bu olayların önünü açıyor diyebilir miyiz?
Şimdi devlet kim? Bizleriz, senin gibi bir Ermeni, benim gibi bir Arap, Kürt, Türk, Laz, Çerkez... Devleti bizler oluşturuyoruz. Devletin bizler için yaşaması lazım, bizi mutlu etmek için çalışmalı. Fakat devletin içerisinde, özellikle Türkiye’nin NATO’ya girişinin ardından bazı illegal örgütlenmeler başladı. Özel Harp Dairesi, kontrgerilla gibi... Bu örgütlenmeler, Türkiye’ye yönelik idealleri olan uluslararası çevrelerin doktrinleriyle yetiştirilmiş ve onların hedefine uygun çalışan kurumlar. Bu kurumlar işin içerisine girince, Güneydoğu’yu kafasına göre yönetmeye çalışan ve devletin içinden bir unsur doğdu. Bu unsur daha tepedeydi fakat görünen yüzleri binbaşı rütbesindeydi. Mesela Cafer Tayyar Çağlayan, Ahmet Korkmaz, Esat Oktay Yıldıran gibi birkaç binbaşı inanılması güç işler yaptı. Bölgede görev yapmış bir komutan ‘Benim yöntemlerin uygulanırsa, bölgede ot bitmez’ demişti. Bu zihniyet bir süre sonra her kör noktayı vurmaya başladı. Çocuklardan kadınlara, kadınlardan yaşlılara...
Savaş koşullarında böyle şeyler her ne kadar bizler tasvip etmesek bile oluyor. Fakat bu hatayı yapan insanları, devlet yargılamalı. Maalesef devlet hiçbir şekilde, kendi adına suç işleyen insanlar mahkum etmiyor. Gidiyor bu olayları örtbas etmek için 13 yaşındaki çocuğa, 70 yaşındaki adama, hamile kadına terörist diyor. Bu sefer insanın vicdanı uyanıyor. Bu kitapta 44 ayrı olayda, 77 sivilin ölümü anlatılıyor ve sadece bir yargılanma var. Zaten o kişi de Habur sınır kapısında bir bekçiydi. Ülkenin Cumhurbaşkanı Berkin Elvan için ‘Elinde bilyelerle ne yapıyordu?’ derse sonucu bu olur.
Peki sokağa çıkma yasakları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Günümüzde sokağa çıkma yasaklarına bakıyorum. Aynı yerde 4-5 kere sokağa çıkma yasağı ilan edilebiliyor. Devlet Silvan’dan, Cizre’den, Nusaybin’den çıktığında, duvarda boy boy yazılar görüyoruz.Erdoğan ve Yalçın Akdoğan PKK’nın kendi iyi niyetlerini kentlere silah yığarak suistimal ettiğini söylemişti. Yasaklara bakıyoruz, aşağı yukarı 10 gün sürüyor ve inanılmaz bir güvenlik gücü var. Ben henüz şu kadar mühimmat ele geçirildi diye bir haber veya fotoğraf görmedim. Toplamda 110 gün sürmüş bu yasaklar ve 100 kişi hayatını kaybetmiş. Bunların 80’inin sivil olduğu iddiası var. Devlet bu insanların sivil olmadığını kamuoyuna açıklamalı. Aksi takdirde halkına dışkı yediren, ekmek almaya giden çocuğu vuran devlet olarak anılacak.
Terör olayları bir yandan da Ermenilere mal edilmeye çalışılıyor. Bu söylem ne zaman başladı?
Olayların başlangıcından beri böyle diyebilirim. Adına terör dediğimiz bu olaylar, 15 Ağustos 1984’te başladı. Ve o dönem Öcalan ile düzmece röportajlar yapılıyordu. ‘Apo’yu ininde bulduk’ gibi. Ve sürekli ‘Ermeni dölü Apo’, ‘Apo Ermeni’dir’ gibi manşetler atılıyordu. Daha sonra çatışmada öldürülen teröristlere bakılıyordu, sünnetsiz olanların hepsine Ermeni demeye başladılar. Bir-iki tane değil, belki bin tane haber yapıldı böyle. Bunun sebebi de devletin bilinçaltının Sünni’de egemen edilmesidir ve bu hep prim görür. Devlet, Ermeni’nin Anadolu’nun mozaiğini oluşturduğunu asla göremiyor. Türkiye’yi bu hale getiren olaylar, tüm dinsel azınlıkları gitmeye zorlayan olaylardır. Bugün yaşananlar da o olaylarla üretilen nefretin bir devamı niteliğindedir. Yoksa Ermeni sözcüğü niye bir hakaret olsun?
Günümüzün Cumhurbaşkanı bir konuşmasında ‘Affedersiniz Ermeni’ diyor ve ne Markar Esayan ne de Etyen Mahçupyan çıkıp da bu sözü kınıyor. Cumhurbaşkanı bugün ‘Affedersiniz Ermeni’ tanımlaması yaparken aslında devletin bilinçaltını anlatıyor. Devletin başı bunu yaparsa sokakta insanlar birbirine Ermeni diye hakaret ederler.