Ercan Kesal ile 'Nasipse Adayız' kitabının izinde, doktorluktan yazarlığa uzanan yaşam öyküsünü ve Türkiye’nin siyasi tarihini konuştuk.
Ercan Kesal’ın ilk romanı ‘Nasipse Adayız’, İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Yerel seçimlerde bir partiden belediye başkanı adayı olmak için başvuruda bulunan ve ‘aday adayı’ olan bir doktorun başından geçenlerin anlatıldığı roman, Türkiye’deki seçim sisteminin pratikte nasıl işlediği üzerine çarpıcı gözlemler içeriyor. Aslen doktor olan, Radikal ve Birgün’deki yazılarıyla tanınan Ercan Kesal, Nuri Bilge Ceylan’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Üç Maymun’ filminin senaryo ekibinde, Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’da filminde de oyuncu olarak yer aldı. Kesal ile doktorluktan yazarlığa uzanan yaşam öyküsünü ve Türkiye’nin siyasi tarihini konuştuk.
Doktorluktan yazarlığa uzanan serüveninizden bahseder misiniz?
“Tıbbiye’den her şey çıkar, arada sırada da doktor çıkar” diye bir laf vardır. Bunu çok pozitif bir yerden yorumluyorum. Bu, sadece Türkiye’de değil, dünyada da geçerli bir söz aslında. Doktorlar her zaman toplumsal değişimin öncüsü olmuşlardır. Osmanlı’dan bu yana, Türkiye’de hekimlik kimliği pek çok şeyin önüne geçti. Hekim, kurduğu ilişkilerle, topluma taşıdıklarıyla doğal bir kanaat önderidir aslında. Ben bunu taşrada da yaşadım. 1984 yılında, henüz 23 yaşındayken, ki bana göre çocuktum, Anadolu’ya gittiğimde Ankara’nın Keskin ilçesinde, halk nezdinde oradaki yaşlı başlı bürokratlardan daha itibarlıydım çünkü ben doktordum, hükümet tabibiydim.
Neden?
Bunun sebebini bugün artık modern tıbbın kaybetmeye başladığı bilgeliğin, bilginin önüne geçmesinde buluyorum. Şimdi bizim ihtiyacımız olan şey, bilgiden daha çok bilgelik; çünkü modern tıp, teknolojiye esir oldu. Doktoru, tezgâhtara, ilaç ürünlerini pazarlayan bir tür teknisyene dönüştürdü. Artık doktorlardan şunları da duyuyorsunuz: “Hastanın kendisi gelmese de olur. Bana dosyasını, MR’ını göndersin yeter.” Böyle saçma şey olur mu? Bilgelik, o raporları bir kenara koyarak hastaya bakmak demektir. Bir anatomi hocamız, “Hasta, muayenehanenize girip de karşınızdaki sandalyeye oturana kadar teşhisinizin yüzde 50’sini koyamıyorsanız, kötü doktorsunuz” derdi. Yine aynı hocamız “Her hastanın ayrı bir duruşu, ayrı bir kokusu vardır” derdi. Doktorluk, aynı zamanda bir sanat dalıdır. Bu yüzden de yaratıcı sanat dallarıyla her zaman yakın ilişkisi olmuştur. Ben de doktorluk yaptığım dönemde hep okuyup, yazan birisi oldum. Böyle olduğum için de hekimlikle daha iyi ilişki kurabildim. Soranlara, “Sait Faik okumuş, Turgut Uyar’dan haberdar doktora gidin” diyorum. Çünkü Çehov okuyan doktorla, okumayan doktorun seninle kurduğu ilişki başkadır. Çehov okuyan doktor, hastaya başka türlü sorular sorar. Ben o soruları sormayı öğrendikten sonra, tıbbın edebiyata olan katkısını fark ettim. Sadece bir edebiyatçı ya da edebiyattan beslenen bir hekim değil de, hekimlikten edindiği tecrübeleri edebiyata aktaran bir yazar oldum.
Kitapta pratisyen hekimlerle ilgili bir diyalog var. Pratisyen hekim deyince, kamuoyunda herhangi bir uzmanlığı olmayan, âdeta ‘stajyer doktor’ akla geliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu aslında küresel bir sorun. Kapitalizm denilen, insanın ruhunu hasta eden bu düzen, tüm meslek gruplarına yönelik olarak kendi çıkarları gereği böyle bir saldırı içinde. Sistem bölebildiği, parçalayabildiği her şeyi bölüp parçalamaya çalışıyor. Meselenin bir bütün olarak anlaşılmasını engellemek istiyor. Örneğin, bir göz doktoru akciğerleri dinleyemiyor. Dinlese de bilmiyor. Gözdeki bir rahatsızlığın, aslında diyabetten kaynaklandığını fark etmiyor. Sistem, bütünün sahibinin sadece kendisi olması gerektiğini, herkesin de o bütünün bir parçasına sahip olmasını istiyor. Bu sadece tıp için geçerli değil, tüm meslekler için de aynı şey söylenebilir. Burası İstanbul olmasına rağmen, buradaki hastayla taşradaki hasta arasında hiçbir fark yok. “Ne üzerine uzmansın?” diye soruyorlar, pratisyen hekim deyince susuyorlar. “Pratisyen hekim her şeyden anlayan doktordur” deyince, “Ha iyiymiş” diyorlar. Gerçek de bu…
"Bu ülkenin tıp geleneğinde, Ermeni hekimler hep iyi, öne çıkan hekimler olmuşlardır. Hekimlik mesleği de usta çırak ilişkisine dayanır. Hekimlik, kitaptan değil ustadan öğrenilen bir iş olduğu için, Ermenilerin bu mesleği birbirlerine iyi aktarmış olduklarını düşünüyorum."
Hrant Dink Vakfı’nın sözlü tarih çalışmasında bir Ermeni doktor bize “Bu ülkede Ermeni’ysen doktor olacaksın” demişti. Ermeni doktorların, Türkiye’de çok ciddi bir itibar sahibi olduğunu söyledi. Sizin bu yönde gözlemleriniz oldu mu?
Ben mecburi hizmetimi, Ankara Keskin’de yaptım. O zamanlar bir ayakkabı tamircisine ayakkabımı tamire götürdüm. Tamirciyle konuşurken bu mesleği nereden öğrendiğini sordum, “Benim ustam Ermeni’ydi” dedi. “Sonra ne oldu?” deyince de “Ne olacak, aldık mallarını mülklerini gönderdik” dedi. Hikâye bu. Utangaç bir itiraftan başka bir şey değil. Aslında sokaktaki insan, her şeyi bilir. Hastasını doktora götürürken de hangi doktorun daha iyi olduğunu bilir. Ermeni doktorlar, bu güveni hakkıyla kazanmışlar. Baktığınız zaman, hiç kötü örnek yok. Benim hastanemde de bir Ermeni doktor çalışıyor. Hastalar burada da onu tercih ediyorlar. Bu ülkenin tıp geleneğinde de böyledir. Ermeni hekimler hep iyi, öne çıkan hekimler olmuşlardır. Hekimlik mesleği de usta çırak ilişkisine dayanır. Hekimlik, kitaptan değil ustadan öğrenilen bir iş olduğu için, Ermenilerin bu mesleği birbirlerine iyi aktarmış olduklarını düşünüyorum.
Kitapta sözünü ettiğiniz İstanbul’daki siyasi ilişkiler, taşra için de geçerli mi?
Evet, geçerli; çünkü parti içi demokrasi yok. Türkiye’deki siyaset oyunuyla ilgili bir şey bu. Türkiye’deki siyasi liderler, her zaman kendilerini seçecek bir delege yapısı oluşturmak istiyorlar; bu sistemle de bunu başarıyorlar. Hakkında kaset filan çıkmazsa, bir parti lideri, ölene kadar parti lideri olarak kalabiliyor. Bu yüzden seçim sistemi söz konusu olduğunda, İstanbul’un da, Erzincan’ın da yazgısı aynı. Bunu önlemenin yolu da parti içi demokrasiden geçiyor. Bu sistemin içine girince, sistem sizi kendisine benzetiyor. Ben de kitapta böyle bir kişinin hikâyesini anlatmaya çalıştım.
Farklı politik eğilimlerden partilerde de aynı şeyi gözlemliyor musunuz?
Reel politik alanda çalışan bütün partilerde durum aynı. Bir liderler demokrasisi...
HDP’nin farklı bir siyaset anlayışını temsil etme iddiası var. Buna katılıyor musunuz?
HDP’ye kesinlikle pozitif bakıyorum; iyi niyetli bir çaba olarak görüyorum, ama siyasete ilişkin bütün bu söylediklerimi de bir kenarda tutuyorum. Parti içi demokrasi ve Türkiye’nin demokrasi geleneğiyle ilgili eleştirilerimi de saklı tutuyorum. Başka bir siyasi gelenekten geliyor olsam da kendimi ideolojilerle kısıtlayan bir insan olmadım. Kendimi sadece solcu olarak tanımlamanın da haksızlık olduğunu düşünüyorum. 7 Haziran Seçimleri’nin ertesi günü, 8 Haziran sabahı mutlu uyanmıştım. Bu duygumun hızla elimden alınmasına karşı da canım çok sıkkın. 1 Kasım’ı, biraz da 8 Haziran sabahına tekrar ulaşmak için bir fırsat olarak görüyorum. Bu yüzden de ümitliyim. Türkiye’nin siyasi tarihine kronolojik olarak baktığınızda, politik cinayetler tarihini görürsünüz. Türkiye, bu tarihle yüzleşmek zorunda. Ben klinik psikoloji eğitimi aldım. Psikiyatride analiz, bir görüşme metodu olarak başlamış; ama sonra anlaşılmış ki, konuşabilen hasta aslında tedavi oluyor. Türkiye, tedavi olmak istiyorsa geçmişiyle yüzleşmeli, geçmişini serinkanlı ve dürüstçe konuşabilmeli. Bu, seçimlerde iktidarın el değiştirmesiyle olacak bir iş değil.
‘Nasipse Adayız’ filme çekilecek
Kitap son derece sinematografik özellikler taşıyor. Bu kitabı senaryolaştırıp filme dönüştürmek istiyor musunuz?
Demin dediğim gibi, hekimlikle edebiyat birbirini besler. Elbette sinema için de geçerli bu. İlk kez Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Üç Mamun’ filminde senaryo yazdım. ‘Nasipse Adayız’ okunduktan bir süre sonra, tahminen üç beş ay sonra, film için kolları sıvamak istiyorum. Filmin aynı zamanda yönetmeni olacağım. Bence sinema, yönetmen sanatıdır. Bu kitabı yazarken de artık film için hazır olduğumu düşündüm.