Almanya’da yaşayan besteci ve gitarist Marc Sinan, Türkiyeli bir anne ve Alman bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Hayatının bir döneminde annesinin aslında Türk olmadığını, anneannesi Vahide Hanım’ın Müslümanlaştırılmış bir Ermeni olduğunu öğrenmiş.
Marc Sinan’la gıyaben tanışmam, Alman Büyükelçiliği’ne bağlı Tarabya Kültür Akademisi’nin çıkardığı ‘12/13 Birinci Yıl’ kitabı sayesinde oldu. Tarabya Kültür Akademisi’nden aldığı bursla bir süre İstanbul’da kalan Marc Sinan, bu kitapta yer alan yazısında Gomidas’la kurduğu bağı ve kısacık da olsa, anneannesi Vahide’yi anlatıyordu.
Berlin’deki Maxim Gorki Tiyatrosu’nun 7 Mart - 25 Nisan arasında düzenlediği, Ermeni Soykırımı’nın 100. yılına ithaf edilen ‘Nisan’da Kar Yağar: Bir Tutku ve Paskalya’ başlıklı etkinlikte yer alan sanatçılardan biri de Marc Sinan’dı. Sinan bu etkinlikte, ‘Anneannem Vahide’ adlı bir performans ve ‘Komitas’ adlı kurgu-belgesel bir müzikal sahneledi. ‘Anneannem Vahide’de, onunla anılarını fotoğraflar eşliğinde uzun uzun anlatan, onun için bestelediği şarkıları çalan Sinan’la bu performanstan hemen sonra, bu kez yüz yüze tanıştık.
Marc Sinan, neredeyse bütün gurbetçiler gibi yaz tatillerini memleketinde, Karadeniz sahilinde geçirmiş ve Vahide’nin hikâyesini bu tatillerde öğrenmiş. Her yaz biraz daha fazla bilgiye, en sonunda hikâyenin bütününe ulaşmış. Torunların Ermeni olduklarını öğrenmeleri, bununla baş etme biçimleri, elbette kişiden kişiye değişiyor. Türk, Alman ve Ermeni kimliklerini reddettiğini söylese de, Sinan’ın sanatsal eserlerinin bu kimlik üçgeninden besleniyor olması, onun da kendine özgü bir ‘torunluk’ deneyimi yaşadığına işaret ediyor. Doğu Karadeniz’e yaptığı üç haftalık seyahatte saha kayıtları ve çeşitli görsel dokümanlar toplayarak hazırladığı, 2013’te çıkan ‘Hasretim – Anadolu’ya Bir Seyahat’ albümü, Gomidas’a ve Ermeni geleneksel müziğine duyduğu sevgi ve bu bağlamda hazırladığı ‘Komitas’ oyunu ve elbette ‘Anneannem Vahide’, Sinan’ın bu kültürden ve hikâyelerden uzak kalamadığının en büyük göstergeleri. Marc Sinan’la, anneannesi Vahide’yi ve Türkiye’nin Almanya’dan görünen halini konuştuk.
Anneanneniz Vahide’den başlayalım…
Anneannem Karadeniz’de, Ordu’da doğmuş. 1915’te, yedi yaşındayken ailesini kaybetmiş. Annesi ve babası, döndüklerinde geri almak üzere komşulara bırakmışlar onu ama bu mümkün olmamış. O komşu aile, anneannemi başka bir aileye evlatlık vermiş. Bu aile, dinî nedenlerle, Ermenilerin bu topraklardan kovulması gerektiği düşüncesindeymiş, ama bir taraftan da inançlı Müslümanlar oldukları için, askerlerin uyguladıkları vahşete duydukları öfke nedeniyle anneanneme sahip çıkmışlar. Onlar da yakın zamanda bir kızlarını kaybetmişler, biraz da bu kaybı telafi etmek için yanlarına almışlar Vahide’yi. Vahide’nin ailesi Osmanlı topraklarından kaçabilmiş ama aileden kimse, Vahide’yi almak için dönememiş. Annem ve babam ailenin izini sürmek için 1974’te Rusya’ya yaptıkları seyahatte, büyükdedem Artin Keşişoğlu’nun dokuz yıl önce öldüğünü öğrenmiş. Yani aslında Vahide’nin ailesi bir yerlerde yaşamaya devam etmiş onca yıl. Tarabya Kültür Akademisi’nin yayımladığı kitaptaki yazımda da bu soruyu sormuştum: Acaba anneannem onları beklemekten ne zaman vazgeçti?
Bu hikâye ailede konuşulur muydu?
Hayır, büyük bir sırdı bu, dillendirmek yasaktı. Türkiye’de Ermeni olmak bir sorun olduğu için bu konunun konuşulması annemi korkutuyordu. Anneannem için de, bu, saklanması gereken bir şey, büyük bir yüktü. Bir gün annem onu dua ederken görmüş, “Kuran okuyorsun ama çocukken Hıristiyan’mışsın” gibi bir şey demiş; anneannem ona “Böyle şeyleri yüksek sesle söyleme, günah” diye cevap vermiş. Anneannem ailesinden ayrıldığında yedi yaşında olduğu için eski yaşamını hatırlıyordu ama bu hafıza onda bir suçluluk hissi yaratıyordu.
Ermeni olduğunuzu nasıl öğrendiniz? İlk tepkiniz ne oldu?
Anneannemin hikâyesini ilk defa 1989’da kendi ağzından dinledim. Hayatımda o kadar da ciddi bir rol oynamadı bu durum. 90’larda, Türk kültürüyle ilgilenmeye başladığımda anneannemin Ermeni olduğu hep aklımdaydı ama bu gerçek hiçbir zaman ön planda olmadı. Hrant Dink’in öldürülmesiyle Ermeni köklerimle tekrar buluştuğum söylenebilir. Dink’in öldürülmesi, benim gibi, Türkiye dışında yaşayan Türkiyeliler için, ülkedeki tehlikenin boyutlarını gösteren bir olay oldu. Yani, annemin bu konular hakkında konuşmamamız gerektiğini düşünmesi bana paranoya gibi gelirdi, bu yüzden ciddiye almazdım söylediklerini. Şimdi, Ermeniliğin Türkiye’de tabulaşmış konulardan sadece biri olduğunu görüyorum. Herhalde dünyada Türkiye’de olduğu kadar komplo teorisi üreten başka bir ülke daha yoktur. Bütün bu komplo teorileri toplumdaki gizem ve bilinmezliklerden türüyor bence. Türkiye’de gerçeğin üzerindeki bilinmezlik perdesi çılgın boyutlarda. Temel sorun, gerçek diye satılanların, gerçeklikle uzaktan yakından alakası olmaması.
Performansınızda, ailenizde kuşaktan kuşağa aktarılan bir travma olduğundan söz ettiniz. Belki Vahide’nin Ermeni olmasının dışında bunun gizlenmesi de yükü ağırlaştırdı. Gerçeklikten uzak yaşadığını düşündüğünüz Türkiye toplumu için de benzer şeyler söylemek mümkün mü?
Evet, bir maktul, kurban travması olduğu kadar fail travması da var. Fail travmasının kaynağının, suçlulukla baş edememek olduğunu düşünüyorum. Türkiye toplumu, bir ninninin kolektif şekilde sürdürülmesinin oluşturduğu baskının altında. Bununla baş etmek delice bir kuvvet gerektirir. Eğer dünyayı bir şey yapmadığına inandırabilirsen, o suçun yükünü de omuzlarından attığın illüzyonuna kapılırsın. Bu nedenle, o yıllarda yaşananlar, toplumun omuzlarına suçluluk değil, sorumluluk olarak biniyor – ninniyi devam ettirme sorumluluğu... Her birey aslında kişisel olarak yapmakla yükümlü olmadığı bir görevi gerçekleştirmenin yükünün altında eziliyor.
Peki kurban ya da fail, sizce bu insanlar nasıl iyileşecek? Adaletin sağlanmasıyla mı?
Bence adalet ve iyileşme birbirinden ayrı konular, farklı işleyen süreçler. Tabii ki adalet iyileşmeyi destekler ama travma apayrı bir konu. Nasıl iyi oluruz bilemiyorum ama en azından çocukların bunlardan etkilenmeden büyümesini sağlamak için kafa yormamız gerekli.
Almanya’dan nasıl görünüyor Türkiye’nin hali?
Tam bir kaos. Bence temel sorun, ifade özgürlüğünün olmayışı. Ermenilerle, Kürtlerle, cinsel yönelimle ilgili hiçbir konu özgürce tartışılamıyor. Türkiye’de farklılığa yer yok; milletin, devletin esası homojenliğe dayandırılmış. Bu algı yıkılmadıkça sorunlar çözülmez.
‘Onların kendi soykırımı var’
Holokost’la yüzleşen ve bu yüzleşmeyle övünen Almanların pay sahibi oldukları 1915’le yüzleşmiyor olması ikiyüzlülük değil mi?
Almanya’da okutulan tarih ders kitaplarında Ermeni Soykırımı’ndan bahsediliyor ama Almanya’nın etkisi tartışılmıyor. Almanların 1915’teki rolünün bu toplumda çok yankı bulacağını, tartışma ortamı yaratacağını çok düşünmüyorum, çünkü zaten doğrudan onlara ait olan başka bir soykırım hikâyesi var. III. Reich’ın ve II. Dünya Savaşı’nın yarattığı krizin üstesinden gelindiği için, tarihle daha fazla yüzleşmeleri gerektiğini düşünmüyorlar. Almanlar 1915’te ekonomik çıkarlarını insan hayatının üzerinde tuttular. Bana göre asıl çarpıcı soru şu: Nasıl oldu da, Türk müttefiklerinin ekonomik çıkarları, Hıristiyan dindaşlarının hayatlarından daha önemli oldu?