Araştırmacı yazar Fırat Aydınkaya’nın 1898’den 1918’ Kürt Basınında Ermeniler’ dizisine bu sayımızda 1913’te yayınlamaya başlayan ve sadece dört sayı yayımlanan ‘Roji Kurd’ gazetesiyle devam ediyoruz. Aydınkaya’nın araştırmasına gelecek sayılarımızda da yer vermeye devam edeceğiz.
"1898’den 1918’e Kürt Basınında Ermeniler" serisinin diğer yazılarına ulaşmak için tıklayınız.
Davacının (Kürtlerin) bir avukatı dahi yok,
Oysa hasım, zeki ve hukuka hakim, yaygaracı ve şarlatan.[1]
Roji Kurd neşriyatı 1913 yılında yayın hayatına başladı. Neşriyat modern bir ideolojinin regüle ettiği “Hevi” isimli Kürt gençlik grubunun yayın bülteniydi. Hevi örgütlenmesini ağırlıkla yüksek okul tahsili yapan feodal ve geleneksel orta sınıf ehli çocuklarının gönüllü birlikteliği olarak nitelemek mümkün. Bu teşkilat, İstanbul’da modern bir tedristen geçmiş mektepli gençliğin Kürt halkını ıslah etmek için kurduğu bir gençlik organizasyonuydu. İdealist bir tavırla okulda gördükleri pozitivizm, milliyetçilik, biyolojik materyalizm ve sosyal darwinizm kaideleriyle Kürtleri uyandırıp medenileştirme ülküsü gütmekteydiler. Kendilerini geleneksel Kürtlerden ayrı olarak Kürtlüğün yeni sahibi olarak görmeleri dikkat çekiciydi. Geleneksel Kürtlüğün elinde kılıç ve toprak varsa, kendilerinin elinde ise ilim, irfan ve medeniyet vardı iddiasındaydılar. İttihatçılarla ilişkileri Hamdullah Suphi’nin, Hevi’ye Türk Ocakları binasında bir oda vermeyi teklif edecek kadar samimiydi. Fakat öte yandan Türk ocaklarının bu teklifini elinin tersiyle itecek kadar da ittihatçıların Türklük mefkuresinin farkında bir Kürtlük siyaseti izlemekteydiler. Bu saikle müstakil Kürdistan fikri belki kimi bileşenlerinin gönlünde vardı ama akıllarında ve siyasi gündemlerinde yoktu henüz. Hevi’nin moderatörlüğünde çıkan Roji Kurd 4 sayı neşredilirken, her sayıda Ermenilere değen yazıların çıkması hayli önemli. Son olarak Hevi cemiyetine omuz veren aktörlerin çoğunun dünya savaşında askere alındığını ve bir çoğunun askerlik bölgesinin soykırım cephesi olduğunu not edelim.
Kılıç & Toprak
İlk sayıda “amaç ve yöntem” deklerasyonuyla yayın kurulu tutumunu açık edecekti. “Şarkın uyuyan ve unutulmuş bir unsuru” olarak Kürtleri tarif eden editöryanın, eski zamanlardan beri medeni dünya ile Kürtlerin bağlantısının koptuğuna dikkatimizi çekmesi yeni bir inşa yapılacağına delalet. Kürtlerin medeniyet ışığı ve ilim irfandan uzak kalmasını kadraja alan editöryanın, kabuslarla geçen bu karanlık yüzyıllar içinde Kürtlüğün sadece “toprağa” ve “kılıca” bağlı kalarak hayata tutunma mecburiyetine hem de müşteki bir tarzda dikkatimizi çekmesi son derece önemli. Yine de editöryanın bu iki amilin hakkını teslim ederek “kılıç” ve “toprak” sahibi olmayı onore etmesi dikkatlerden kaçmamalı. Fakat buna rağmen editöryanın, “kılıç ve toprağı” idare edecek ellerin, çağın ilim ve irfanıyla donatılması halinde bunun daha da anlamlı olacağını vazetmesi açık bir modernite özlemi. Bu şekilde kılıç ve toprak mülkiyeti baki kalmak şartıyla Kürtlüğün ilerlemesi noktasında iki yeni amilin görev başına çağrılması epey öğretici. Örgütsel modernlik pergelinde modern bir gençlik örgütlenmesi olan Hevi cemiyeti ile araçsal modernlik bağlamında modern bir neşriyat olarak Roji Kurd’un işbaşına çağrılması “kılıç” ve “toprak” maliki Kürtlüğü tahkim etmeye dönük modern bir tasarım. Zaten son sayısında yayın kurulu elinde sadece kılıç ve toprak kalan Kürtlüğü mefluç ve malul olarak resmetmişti. Dönemin modasıyla uyumlu bir şekilde ilim, irfan ve medeniyet ile mefluç Kürtlüğün ayağa kaldırılması için Roji Kurd’ın bir medeniyet trabzanı olarak tasarlanması hayli anlamlı.
Beri yandan “Kılıç” ve “Toprak” meselesinin Kürtler ile Ermenilerin ilişkilerini zehirleyen müzmin amiller olduğu apaçık. Bilhassa 1850 yıllarından başlayarak Kürdistan sosyo-politiğinde artan bir ritim ile yaygınlaşan talan kültüründe hem “kılıç” hem de “toprak” baş roldedir. Kılıç, toprak mülkiyetini garantilerken; Toprak, kılıcı bileyen göz kamaştırıcı bir ganimetti her şeyden önce. Hamidiye şiddeti ve pogromlarla final yapan talanist şiddetin yani diğer bir ifadeyle “Kılıcın”, Ermenilerin kanıyla boyandığı inkar edilemez. Devlet güdümlü bu kılıç sayesinde Ermenilerin uhdesinde bulunan toprakların önemli kısmının el değiştirerek bir kısım Kürdün mülkiyetine geçmesi ise karşımıza “toprak” meselesi olarak çıkar. Bir başka açıdan ise toprak meselesi yıkıcı bir siyasal egemenlik meselesiydi. Ermenilerin Batı Ermenistan, Kürtlerin Serhat Kürdistan’ı dediği Kürt-ermeni hinterlandı üzerinde muazzam bir hakimiyet yarışı da Toprak meselesine dahildi şüphesiz. Roji Kurd’ın bu toprakların Kürdistan olarak tescili için bir teyakkuz seferberliği başlatarak Ermenileri iç düşman olarak kodlayacağını göreceğiz. Bu durumda editöryanın Kürtlüğe yaşam katan “kılıç-toprak” güzellemesi bir açıdan Kürt-Ermeni meselesinin kangrenleşmesinin hem sebepleri hem de sonuçlarıydı. Yine de editöryanın “kılıç” ve “toprak” tutan elleri, ilim irfana yönlendirme ethosu, artık eski zalimliklerin olmayacağının bir mesajıydı aynı zamanda. Mamafih meşrutiyetin ilk yılında İTC’nin Kürt kılıcını tasfiye etme emareleri gösterse bile, sonradan Kürt kılıcını simgeleyen Hamidiye alaylarının yalnızca ismini değiştirerek yola devam kararı aldığını hatırlatalım. Yanı sıra İTC’yle diyalog kanallarını hep açık tutmuş olan Ermeni elitlerinin, muhataplarıyla her konuştuklarında, Hamidiye Kürtleri tarafından zorla el konulan toprakların iadesi için çetin pazarlıklar yapsa da İttihatçıların bu konuda geri adım atmadığı da malum. Son olarak Kürtlük siyasetini icra eden KTTC’nin, Meşrutiyetin ilk döneminde Kürt kılıcını artık kınına sokma çağrıları yapıp, toprak meselesinin özel komisyonlarla çözümünde ısrar ettiyse de bu çabaların akim kaldığı da tartışmasız.
Devamı sütunda Abdullah Cevdet var karşımızda. Cevdet’in 1913 yazılarında balkan savaşlarının feci sonuçlarına bakıp ülkenin doğusunun da elden çıkma ihtimaline karşı yöneticileri teyakkuz başına çağırdığı akılda tutulmalı. Bu yazıda ise Kürtlerin çürüyen ve çürüten bir unsur mu; yoksa yaşayan ve yaşatan unsur mu olacağı sorusunu Kürt elitlerine hatırlatması mühim. Kürdistan gazetesi gibi, Roji Kurd’un da ideolojik olarak büyük oranda Abdullah Cevdet’in kütüphanesinden besleneceğini görmek hayli ilgi çekici. Aynı sayıda “Garbla Şark, milliyetçilik cereyanları” isimli yazıda Voltaire’e referansla Hristiyanlık jeo-politiğinde milliyetçiliğin ilerlemeci bir toplumsallık ürettiğinin iddiası ilgi çekici. Hristiyanlığı yükselten milliyetçilik hareketinin doğu Hristiyanlarına sirayet etmesiyle onların da toplumsal gelişme gösterdiği tezinin ima ettiği ise Ermenilerdi elbette. Ermenilerin rönesansını ima eden yazarın, aynı şeyin Kürt ulusu için de dilemesi dikkat çekici. Aynı sayıda “Kürtlerde medenileşme kabiliyeti” isimli yazı ise ermeni katliamları nedeniyle avrupada, Kürtlerin gayrı medeni bir halk olduğu yolundaki üretilmiş algıya verilmiş bir cevap tadında. Yazının sosyal darwinist bir epistemolojinin yönlendirdiği bir muhtevayla medenilik hiyerarşisi üzerinden akması dikkat çekici. Yanı sıra “Hülasa-i efkar” isimli yazıda yayın kurulunun aslında sosyal darwinist literatürün üretimi olan ıslah olgusuna işaretle, Kürtleri ıslah için yola çıktıklarını belirtmesi not edilmeli.
“Dema kalê me-Çaxa me-Dema Tê” isimli yazı Kürtçe. Kurmanç ve filelerin ortak tarihinin Asurlara kadar geri gittiğine değinen yazı dikkat çekici. Hz. İsa geldiğinde bile Kurmanç ile fileler birbirlerinden ayrılmamıştı diyen yazarın, Asurilerin bir kısmı devlet yıkıldığında dağa gittiler onlara “Kurmanç” denildi; bir kısmı da oldukları yerde kaldı onlara da “file” denildi demesi bir halis niyet gösterisi. Ta bu tarihlerden bu yana Kurmanç ile fileler iç içe yaşamakta olup birbirlerinin hukukuna riayet ederler demesi yatıştırıcı bir lisan. Dillerimiz, geleneklerimiz bile iç içe karışmıştı diyen yazarın, ne zaman ki Araplar bizi istila ettiler, o zaman dillerimiz hariç her şeyimiz değişti ve Araplara uyduk demesi bir tür sömürgecilik eleştirisi kıvamında. Bu şekilde Kürtlerle Ermeni ilişkilerini ilk sayıda ele alan gazete bu ilişkinin “seviyeli birlikteliğine” tarihi şahit göstermesi anlamlı. İdeale vurgu yapması açısından yazı takdire şayan bir duruş sergilese de ne geçmişte ne de an itibariyle iki halk arasındaki sorunlara hiç değinmemesi büyük eksiklik. Aynı sayıda “Xundin u xebat” şiirinde Kürt-Ermeni kıyası şu şekilde dizeye gelir: İro bigeri fila ji sedi yekê xundi/Em nav xu kê bigerin tenê ji hezari yeki.[2] Daha evvel de Kürdistan gazetesi ile KTTG’nin bu sosyal rekabete dikkat çektiğini görmüştük. Fakat bu rekabetin Roji Kurd’ın son sayılarında öldürücü bir tonaliteye evrildiğini göreceğiz.
İkinci sayıda ise “Milettinize Karşı vazifeniz” yazısında yüksekokul mezunlarına hitap eden yazarın, Kürtleri varlık-yokluk mücadelesi içinde resmetmesi hayli öğretici. Milli unsurların varlığı bu yüzyılda artık kavgaya bağlıdır demesi Hegelyen bir milliyetçilik okuması gibi gözükse de yazarın, bu kavganın yalnızca “fikir ve iktisat silahı”yla icra edileceğine vurgu yapması tipik bir modernleşme çağrısı. Bu silahı olan yaşayıp ilerleyebilir diyen yazarın bundan mahrum ulusları ölüme mahkum etmesi pozitivist tasavvurun gölgesindeki sosyal darwinist teoriden türetilen bir okuma. “Müslümanlık ve Kürtlük” isimli yazının müellifi ise KTTG’de de karşımıza çıkan İ. H. Baban. Baban, 1913’te ultra-radikal bir çizgiye çekilen İTC merkez kadrolarında Ziya Gökalp ile birlikte yer alan iki Kürt’ten biri olarak ittihatçı Tanin gazetesinin önemli bir yazarıydı. Baban, aynı zamanda hem Kürtlük siyasetini icra eden hem de İttihatçı elitler içinde söz sahibi olması itibariyle köşe taşı sayılabilecek bir figür. Günümüzde önemli olanın önce Müslümanlık daha sonra Türklük, Kürtlük, Araplık demesi yazarın tutarlılığının bir göstergesi. İTC içindeki konumunu dikkate aldığımızda Baban’ın imparatorluk kimliklerinden yalnızca Müslüman kimliklere vurgu yapıp Müslüman olmayanları dışta tutması 1913 itibariyle manidar. Bu denklemde Osmanlılık fikrinin esamesi okunmazken Müslümanlık bir kimlik olarak zımni bir şekilde gayrı Müslimlerin yüzüne tutulan bir ayrımcılık vesikası. Yine de yazarın önce İslam sonra Kürtlük skalası, artık Osmanlılık yerine Türklüğü ikame etmeye başlayan ittihatçıların bu dönemde kerhen onay verdiği bir görüş. Zira Balkan savaşları fiyaskosu ve 1913 yenilenmesiyle ittihatçıların gündeminde anadolunun ne pahasına olursa olsun Türkleşmesi fikri yatmaktaydı artık. “Birlik yolu” isimli yazıda Abdullah Cevdet Osmanlıyı teşkil eden unsurlara seslenir. Balkan hezimetine işaretle Cevdet, avrupadaki büyük toprak kayıplarına rağmen Osmanlının an itibariyle de muhtelif unsurlara dayanan imparatorluk olduğunun altını çizmesi mühim. Osmanlıdaki değişik unsurları birleştirmek veya hiç değilse birbirine yakınlaştırmak umudu henüz kaybolmamıştır diyen yazar, henüz iş işten geçmedi iddiasında. Asrımız milliyetler çağıdır diyen yazar, sözü Kürtlerin Ermenilerle yan yana yaşamasına getirir. Ermeni vatandaşlarımızın köylerinde Shakespeare’in Hamleti, Machbeti, Kral Lear’i okuduklarının altını çizen yazar, bundan elli yıl önce bu kitapların Venedik’te Ermeniceye çevrilerek şimdilerde köylerde okunduğuna dikkati çekmesi enteresan. Kürtlerin köylerinde okuma yazma oranlarının çok düşük olduğunu tespitle Kürtçe eğitimin noksanlığını ima eden yazar, gelişmişlikleri bu kadar eşitsiz olan silahları çatmak ve imparatorluğumuzda gerçek manada huzuru görmek nasip olur mu diye de sormasının altı çizilmeli.
“Hayal gerçek oluyor” isimli yazıda ise Kürtlerin varlık-yokluk arası bir savaşta olduğu, Kürtlerin gaflette ısrar etmesi halinde ona hayat hakkının olmayacağının hatırlatılması hayli ilgi çekici. Yine sonraki sayfada Roji Kurd gazetesine gönderilen yazıda Müslüman kavimlerinin her yerde ve her şekilde geri kaldıkları ve varlıklarının tehlikede olduğunun belirtilmesi hayli manidar. Yine bu minvalde Kürtçe “hişyar bin” yazısında yazarın, Kürtler ve Kürtlüğü can çekişen bir unsur olarak resmetmesi hayli ilginç Dostlar ağlamaklı, düşmanlar sevinçli diyen yazarın hemen devamla dost dediysem de bizim kendimizin dışında dostumuzun olmadığını kayda geçirmesi sert bir iklime işaret. Kürdistanı imayla ülke tehlikede diyen yazarın Kürtleri iş başına çağırması eskatolojik bir alarma delalet.
Üçüncü sayıda “Kürtlerin yükselmesi” yazısı yine Babanzade İsmail Hakkı’ya ait. Yazıdaki ana tema yine Ermeni-Kürt rekabeti. Bu derece irfan mahrumiyeti içinde yuvarlanan ve yuvarlandığı için kendisiyle komşu olan kavme özellikle ermeni vatandaşlarına karşı hayat ve rekabet aleminde pek noksan manevi silahlar ile donanmış bulunan Kürt kavmini adeta yeniden yetiştirmek ve her şeyden önce ilk öğrenimini yaymaya ve geliştirmeye çalışmak elzemdir tespiti dikkat çekici. Yazar daha sonra, Kürtleri her ne şekilde olursa olsun cehaletten kurtarmak, onları rekabet meydanında kendilerini yutmaya hazır diğer unsurların üstün gelmesinden korumak yalnız kavmiyetin gereği değil aynı zamanda dinin de gereğidir demesi doğal seleksiyonu ima eden tipik bir büyük balık küçük balığı yutar hikayesi. Yazar devamla, Kürtler diğer başka bazı kavimlerin yaptığı gibi Alyans Fransez ve Alyans İsrailit şeklinde bir eğitim seferberliği başlatıp siyaset ve siyasetçilere temas eden işler ile alakadar olmamak üzere sadece bilgi ve ilk öğrenim ile uğraşacak bir heyet meydana getirmeyi başarırlarsa yalnız Kürtlüğe değil, Müslümanlık ve Osmanlılığa da çok büyük bir hizmette bulunmuş olacaktır demesi şüphesiz Ermenilere yaptığı ikinci bir çemkirme.
Hısım & Hasım
“Kılıçtan evvel Kalem” yazısı ise Salih Bedirhan’a ait. Kıyas pedagojisi burada da karşımızda. Eğitimsiz, ilim irfansız kalan Kürtlerin haklarını savunan bir avukatı bile yok diyen yazarın, oysa “hasım; zeki ve hukuka hakim, yaygaracı ve şarlatan” tiradı, Ermenilere dönük ırkçılık kokan açık bir nefret söylemi. Bu satırlarla ilk defa Ermenilerle pozitif rekabet, yerini negatif ve can alıcı bir rekabete bırakmış durumda. Rekabet artık yok etmeyi kodlayan hasımlaştırma demek. Yaygaracı ve şarlatan şeklindeki etnik klişeleştirmeyle Ermenilerin, Kürtler için hasım olarak kodlanması soykırıma 2 yıl kala elbette hayra alamet değil. Şimdiye dek Kürt matbuatının “bozguncu Ermeniler” repliği istisna olmak kaydıyla Ermenileri “yolunu şaşırmış hısım” olarak gördüğü halde Roji Kurd’un Ermenileri hasım olarak görmesi yeni, sarsıcı ve tehlikeli bir yorum. Bu döneme kadar Kürt basınında Ermeniler kategorik olarak bütüncül bir bakışla kötü olarak ele alınmamıştı. Önceki yayınlar Ermenileri heterojen bir halk olarak görme yanlısıyken burada artık Ermenilerin bir bütün olarak homojen bir halk klişesiyle iç düşman kulvarında hasımlaştırılması kritik önemde. Şimdiye dek hep müspet bir rekabet izleğinde seyreden bu ilişkinin bu saatten sonra doğal seleksiyon yorumları eşliğinde “güçlü olan haklıdır” halini alması ürkütücü. Güçlüye, kılıca, ıslaha, somut olana, belirli olana, büyüğe, varlık-yokluğa, felçli organa dönük betimlemelerin hep dönemin yükselen ideolojileri olan pozitivizm, doğal seleksiyon ve sosyal darwinizmin Kürtler arasında hızla yayıldığının göstergesi. Aynı yazı Kürtçe olarak da tab edilmiş. Yazarın kaleminin Kürtçe edisyonunda Ermeniler konusunda hayli bereketli olması Kürtlere vermek istediği hususi mesaj olarak algılanmalı. Sözü Kürt büyüklerine getiren yazarın Selahaddin Eyyubi’nin haç devletini (dewleta xaçê) zellil ettiğine işaret etmesi zamanlama açısından manidar. Bilhassa Haç devletini zelil eden Müslüman Kürt imajının bir anlamı vardı elbette. Devamında biz ile filleler iki ayrı milletiz diyen yazar, aynı (welat) toprak parçasında birlikte yaşamaktayız der. Onlar bizden çok daha az sayıdalar. Biz onlardan daha güçlüyüz ve daha cesuruz diyen yazarın, buna rağmen tüm alemin bu aziz topraklarımızın sahibi olarak Ermenileri bilmesinden kederli olması dikkat çekici. Diyarbekirî Fikri Necdet’in “Erdê me” (Toprağımız) başlıklı makalesinde “dünya bize küsüp kızarsa bu toprağı bizden alıp filelere verir” demesi hayli dikkat çekici. Bu durumda fileler üzerimize çöker. (file li ser me runin) Ve fileler bizi kendi babalarının köleleri gibi görüp, çalıştırır. Onlar altınları götürür, bizde bakakalırız diyen yazarın, böyle bir durumda ne din kalır ne de icat demesi yine bir hayat memat telaşı. Kürt-Ermeni hinterlandı üzerinde rekabet bu yazıdan da anlaşılacağı üzere öldürücü bir vehamet noktasında artık.
Dördüncü sayının başyazısı Lütfi Fikri’ye ait. Kürtlük siyaseti ifa edenlere seslenen yazar, bu politika örgütleyicilerin Kürtlüğü bir macerapereste dönüştürmemesi gerektiğini belirterek maceracı Kürtlüğün yanındaki milliyetlerle misal Ermenilerle derhal kavgaya tutuşması veya Osmanlı devletinden ayrılmayı gündemleştirmesi durumunda bu asırda kalıcı olmayacağını ihtar etmesi hayli önemli. “Arazi meselesi” isimli yazı ise Hüseyin Şükri’ye ait. Kürtlerle Ermeniler arasında kardeşliği kuvvetlendirmekten, var olan yapıyı sağlamlaştırmaktan bahsedildikçe, hatırıma üzerinde anlaşmazlık olan bir mesele olarak iki tarafça senelerden beri şikayet sebebi olmuş arazi meselesi gelir diyen yazarın esas derdi kanayan yaraya bir derman bulmak. Bu işin hal olması için maddi ve doğal çıkarlara dayanan bir uzlaşma lazım diyen yazar, uzlaşma olmaması halinde bu konunun iki unsuru birbirine düşeceğinden kaygılanması isabetli bir bakış. Uzlaşmanın esas olması gerektiğini işleyen yazarın, bu konuda topu adil ve yetkin mahkemelere atması dikkat çekici. Ne var ki yazı, bu konunun nedenleri konusunda ketum. Bilhassa pogromların bakiyesi bir sorun olan bu meselenin politik bir alan meselesi olduğunu görmezden gelmesi yazının önemini azaltan bir husus. Teknik ve sıradan mahkemelerin ittihatçılara rağmen politik sonuçları olacak meseleyi halletmesinin mümkün olmadığını yazar da biliyor olmalı. Bu yüzden usuli açıdan mahkemeler adresi doğru olsa da esas açısından mahkemelerin bu konuyu çözemeyerek işin zamana bırakılacağı aşikar.
İç Düşman & Dış Düşman
“Ebu Rewşen” müstear ismiyle Salih Bedirhan, “Kürtlüğün Kahramanlık Hikayelerinden İki Cesur Sima” isimli yazıyla karşımızda. Yazar, Harputlu Kürt Muharrem ile Eleşkirtli Kürt Behlül’ün balkan savaşlarında Osmanlı askeriyken savaşta ölmesini işler. Balkanlarda Hristiyan bir köyde görev yapan iki askerin, savaş sırasında taarruza kalktıkları sırada “iç düşman” ile “dış düşman” arasında kalmasının hikayesidir anlatılan. Yazar şöyle devam eder: “onlar karşılarındaki tek ve gözle görülen bir düşmanın can alıcı kurşununa maruz kalmaktan ziyade toprak kardeşi dediğimiz ve bin üç yüz küsür seneden beri her türlü maddi ve manevi varlıklarına, hislerine ve kutsal değerlerine hürmet etmekle gösterdiğimiz gaflet ve israfın kurbanı olmuştur.” Yazarın onlar, hain bir kitlenin, alçak ve hilekar bir iç düşmanın haksızlık ve ihanet sağanaklarına tutulmuşlardı diyerek köyden atılan iç düşman kurşunlarını kadraja alması çok tehlikeli bir söylem. Devamla “…Muharrem ölürken diyordu ki, ben mesud değilim, talihsizim. Çünkü hücumda bile arkamdan vuruluyorum. Hain ve alçak vatandaş kurşunlarıyla ölüyorum. İntikam.” Bize kalan coşkulu bir öfke ve intikam söylemini tutturan yazarın ajitatörlüğü toplanan fırtına bulutlarına işaret. Bu dönemlerde balkan savaşlarının faturasının Ermenilere kesildiğini gördüğümüzde ittihatçı öfkeyle aynı dalga boyunda ilerleyen bu cümlelerin gerilimi çığırından çıkartabileceği açık. Bu yazının Kürtçe versiyonu da aynı sayıda neşredilmiş. Kürtçe versiyonda Türkçe’den farklı olarak bu iki Kürt genci Yunanlılara karşı savaşmakta. Buranın ahalisi de yazarın tanımlamasıyla file’dir. Bir taraftan dış düşman yunanlılar vardı diğer tarafta ise iç düşman bizim fileler. Bu iki yiğit karşıdaki Yunanlılara ateş ederken arkalarında “bizim fileler” ise onlara ateş ediyordu. Muharrem son nefesini verirken şöyle der: “Ben ihanet etmiş bir tüfek tarafından arkadan vuruldum. İslamın ve Osmanlılığın intikamı yerde bırakılmasın..” Arkadan vurulma söyleminin balkan savaşının fiyaskosunu örtmek için ittihatçı basın tarafından ustaca kullanıldığını hatırladığımızda bu tutumun Kürt basınına sirayet etmesi ayrıca ilginç. Bu hikaye üzerinden geride kalan Kürtlere nasihat eden yazarın mesajı keskin: “Eğer biz bu olayı unutur ibret almaz isek, o vakit düşman bizi mahveder diyen yazarın işte o zaman Kürtlük ve İslamiyet bizim güzel ülkemizde ortadan kalkacaktır demesi olan biteni Kürdistan’a uyarladığının açık delili. Bu durumda intikamın kimlerden alınacağı belliydi. Kürdistan’da İslamı ve Kürtlüğü arkadan vurma potansiyeli olan sadece bir unsur vardı, o da bizim filelerden olan Ermenilerdi kuşkusuz. İç düşman söylemini KTTG’nin son sayısında teyakkuz kipinde Süleyman Nazif de dile getirse de buradaki gibi bir intikam menüsü değildi henüz. Yine “Babe Rewşo’ müstear ismiyle Salih Bedirhan’a ait başka bir yazı ise Çirok yazısı. Yazar bu sefer meramını fabl yöntemiyle anlatmayı denemekte. Hikayenin başrolünde aç ama kurnaz bir tilki, güçlü ama aklını kullanmayan bir aslan ile zavallı bir fare var. Aç tilki, aslanın bölgesindeki yemeği elde etmek için aslanı kurnazlığıyla oyuna getirmeye çalışır. Aslan ise gücüne güvendiğinden aklını kullanmaz ve aç tilkinin kumpasına yenik düşer. Aç tilki yaptığı oyunla aslanın elini kolunu ve ağzını halatla bağlayarak yemeğine konar. Oyuna geldiğini anlayan aslan, akılsız gücün bir işe yaramayacağını öğrendiğinde iş işten geçmiştir. Tilkiye kendisini bırakması için yalvaran aslanı sonunda oradan geçen bir fare, halatı kemirerek kurtarır. Kurtulan aslanın, beni bağlayan tilki, beni kurtaran ise bir fare diyerek bu durumu gurur meselesi yapıp hayatına son vermesi tam bir kötü son finali. Kıssadan hisseyi anlatan yazar, Kürtleri aslanla bir tutarak tilkiye esir düştüklerini ve fareye minnet duyacak noktada olduklarını ima eder. Aslan Kürtler olduğuna göre yerine göre tilki ya Türkler ya Ermeniler; fare ise yine yerine göre ya Türkler ya da Ermeniler.
Roji Kurd ve 1915
Roji Kurd’un en belirleyici taraflarından birinin, medeniyete geç kalma telaşının ortaya çıkardığı bir panik hali olduğu tartışmasız. Geç kalmışlık halinin çoğu zaman irrasyonel bir tavır şeklinde yazılarda teyakkuz seferberliği biçiminde karşımıza çıkmasının siyaseten bir anlamı da vardı. Panik atak halinin en güçlü belirtisi, yazılarda Kürtlerin veya Kürtlüğün varlık-yokluk sorunu biçiminde tartışılmasıydı. Her sayıda en az iki yazı sürekli Kürtler ve Kürdistan’ın tehlikede olduğuna ayrılmaktaydı nitekim. Balkan savaşlarının bakiyesi olarak temel tartışma konusunun Berlin antlaşmasının 23. M olduğunu düşündüğümüzde olan bitenin daha iyi anlaşılacağı muhakkak. Zira bu madde balkan vilayetleriyle ile alakalıydı ve Balkan savaşlarıyla buralar elden çıktığına göre sıranın aynı anlaşmanın 61. M sine göre Kürdistan’a geleceği korkusu Kürtlerin ezberlerini bozmuşa benzer. Tam da bu yüzden inşa sürecinde Kürtlük siyasetinin kendini abartılı tehdit ve beka kaygısıyla kitlelere sunduğu görülmekteydi. Öte yandan Kürdistan gazetesinin Ermenilerin kahir çoğunluğunu masum; üç beş kişiyi geçmeyeceğini iddia ettiği ayrılıkçı ermenileri ise “bozguncu” ilan ederek hasımlığa giden yolda ilk taşı döşediğini görmüştük. KTTG’nin ise Ermenileri hileci ve gizli hesap yapan halk olarak enforme edip, öteden beri Ermenilere can düşmanlığı yapan kriminal aktörlere gazete sayfalarını açarak hasımlığa giden yolda çıtayı daha da yükselttiğini de görmüştük. Bu yolda yürüyen Roji Kurd gazetesi ise final yaparak Ermenileri homojen bir bütün dahilinde hasım olarak kitlelere sunarak artık taşı gediğine koymuştu. Yine Kürdistan gazetesi “bozguncu Ermenileri” iç düşman olarak değil de Rusların bizim içimizdeki kandırılmış uzantısı veya ayartılmış müttefiki şeklinde görme eğilimindeydi. Yine de bu işbirlikçilerin mümkünse mahkemeler yoluyla tecziyesinden yana bir tutum alarak, soykırım pratiği olabilecek kolektif cezaya açık ve net tavır almıştı. KTTG ise son sayısında “iç düşman” söylemini dolaşıma soktuğu halde “iç düşman”a karşı uyanık olmayı vazetmekteydi. Roji Kurd ise etnik klişeleştirme eşliğinde Ermenileri aleni olarak iç düşman olarak kodlamıştı. Ve en önemlisi bu iç düşmana karşı teyakkuz durumu yaratıp, ilk fırsatta “intikam söylemini” tutturmuştu. Soykırıma 2 yıl kala “hasım”, “iç düşman”, “İslam düşmanı”, “Kürtlük intikamı” “intikam”, “varlık-yokluk”, “Kürdistan’a göz koyan” benzeri barut kokan ajitatif yayınların Kürt iştiraki için cesaret verici, teşvik edici bir rol oynadığını görmek gerek. Bu hadrcore yayınların soykırıma Kürt iştiraki için siyaseten ayartıcı, meşruiyet sağlayıcı ve misyon yükleyici olduğu açık. Bu hal üzere Roji Kurd gazetesinin soykırıma yalnızca 2 yıl kala Ermenileri açıkça hasım ilan ederek, Ermenilerin ipini çekmek isteyenlere ip tedarik ettiği iddia edilebilir böylelikle. Bu muzır yayınların 2 yıl sonra soykırıma iştirak edecek kitleleri borazan sesi öncesi kıvama getirdiği pekala iddia edilebilir. Ezcümle devletin merkezi planlamasıyla senkronize bir şekilde bu yayınları navigasyon yapan bir kısım Kürt aşireti ve sıradan kitlesi başta İslam için, sonra Kürtlük için ve tabii ki talan için bozguncu, hileci, şarlatan ve yaygaracı gördüğü bir ırkın darağacına gönderilmesine bilerek, isteyerek iştirak edecekti.
Kaynakça
Roji Kurd, Weşanen Enstituya Kurdi ya Stenbole
Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, M.E.Bozarslan edisyonu, Uppsala,İsveç
Kürdistan Gazetesi, M. E. Bozarslan edisyonu, Uppsala, İsveç
Celile Celil, Kürt Aydınlanması, Avesta yayınları
Hans- Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, İletişim Yayınları
Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze Ermeni Kürt İlişkileri, Med Yayınları
Janet Klein, Hamidiye Alayları, İletişim yayınları
M. Şükrü Hanioğlu, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön-Türklük, İletişim Yayınları
Vahakn Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi, Belge Yayınları
Raymond Kevorkian, Ermeni Soykırımı, İletişim yayınları
Yves Ternon, Bir Soykırım Tarihi, Belge Yayınları
[1] Roji Kurd 3. Sayı, Salih Bedirhan, Kılıçtan evvel Kalem yazısından
[2] Bugün filelere baktığımızda onlardan yüzde biri okur-yazar/ bize baktığımızda ise binde birimiz ancak okur yazar.