Epey bir zaman “piyasalar” dendiğinde ne söylendiğini anlamadan iş gördüm. Birkaç şirket kurduğum/yönettiğim halde, bunlarda epey başarılı olmama karşın, “piyasa”yı gözle görülmeyen ama tüm dünyaya hükmeden, bilinmez, hikmetinden sual olunmaz, akıl sır ermez, korkutucu bir kavram bilerek -kimseye de soramadan- öylesine yaşadım.
Piyasayı, örneğin tahil piyasası, altın piyasası, kapalıçarşı piyasası olarak bilirdim. Ama bu ölçüde hayatımıza hükmeden, saygı içinde sözü edilen, ürkülen şey bunlar olamazdı.
...
İnadına gel ,
Piyasa vakti ,
Muhallebiciye.
Söz olurmuş,
Olsun;
Dostum değil misin?
şiirinde Orhan Veli’nin sözünü ettiği piyasa da olamazdı, onu bilirdim.
Zamanla bu hakim-i mutlak “piyasa”nın borsa ile ilişkili olduğundan kuşkulanmaya başladım. Borsayı öğrenirsem piyasaya da akıl erdirebilirim diye düşündüm.
Büyük ve başarılı şirketler borsaya giriyorlardı. Buna, “borsaya kote olmak” deniyordu, yani borsaya yazılıyorlardı. Amaç borsada hisselerinin değerini yükseltmekti. Bu nasıl olacaktı peki? Eğer şirket başarılıysa, yani karlıysa ve karlılığını sürdürüyor, hatta yükseltiyorsa, o zaman hisselerinin değeri artıyordu. Peki, şirket bundan ne fayda elde ediyordu? Hisselerini halka açıyor, alıyor satıyor, bu işlerden gelir/yeni sermaye elde ediyordu. Elde ettiği bu paralarla yeni yatırımlar yapıyor, böylece halka yeni iş alanları açıyor, insanlar çalışma, para kazanma olanağına kavuşuyordu.
Yani gayet güzel, temiz, gizlisi saklısı olmayan, harika bir ilerleme, gelişme yöntemi...
Biraz daha düşünmeye, araştırmaya başladım.
Bir iş, bir şirket kurmak için anaparaya, yani sermayeye ihtiyaç vardı. Bu insanlar, bu girişimciler, iş insanları bu başlangıç parasını acaba nasıl elde ediyorlardı?
O zaman aklıma bir yerlerde işittiğim “sermaye terakümü” sözü geldi. Teraküm sözüne sözlükte baktım, birikme, bir yerde toplama/toplanma anlamına geldiğini gördüm. Peki, sermaye bir yerde nasıl toplanacaktı, bu kez onu merak ettim.
Osmanlı’da her şey Osmanlı Hanedanı’nın elindeydi, “mülk” yani vatan onundu. Bu varidatı Padişah yönetirdi; padişah kimse, her şey, bütün servet onundu. Evet, insanlara tapular verilirdi, insanlar buralarda çalışır, çiftçi ise çiftçilik, zenaatkar ise esnaflık-zenaatkarlık ederlerdi. Peki ama bunlar bölük pörçük varlıklardı. Arada sivrilenler, zenginleşenler olmuştu elbet, ama gelin görün ki, bunların çoğu Osmanlı tebasındaki gayrımüslümlerdi. Ermeniler, Rumlar, Museviler...
(Bu yazıyı uzatacağımı biliyorum. Ne yapayım, yazarken bir yandan ben kendim de yazdıklarımı anlamaya çalışıyorum.)
19. yüzyılda bu sermaye terakümü fikriyatını besleyen pek çok olay var. Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanması, Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile başlayan Tanzimat Devri, 1856 Islahat Fermanı, 1863 Ermeni Nizamnameleri, 1876 I. Meşrutiyet, 1877 Osmanlı-Rus Savaşı, 1878 Berlin Antlaşması, Balkanlar’da uç veren bağımsızlık hareketleri, Jön Türkler, İttihat ve Terakki... ve nihayet ulus-devlet ideolojisi.
Osmanlı neredeyse bütün cehpelerde yenildikçe Batı’nın ve Rusya’nın tahakkümüne daha açık hale geldi. Bu durum imparatorluk paradigmalarından milli devlet olma yönüne gelişme gösterdi. Milli devlet olmak için bir millet gerekiyordu, bu da ancak, o güne kadar mütecanis bir ulus kimliği taşımayan Türk milleti olabilirdi. Bu bilinç o halkta yoksa, mutlaka yaratılmalıydı.
İşte, Anadolu’daki tek sahipsiz kitle görünümündeki Ermenilere karşı 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan tedhiş, talan, katliam zincirinin geri planında bu gelişmeler, bu amaçlar yatar. Sultan Hamid’in adıyla kurulan Hamidiye Alayları o dönemde örgütlendi. 1915’e gelininceye kadar, çeşitli kaynaklarda sayıları 200.000-300.000 arasında değişen Osmanlı Ermenisi o süreçte katledildi.
Kesin ve son darbe, elbette, İttihat ve Terakki eliyle 1915-16’da vuruldu. Bugün Türkiye dediğimiz coğrafyadaki bütün Ermeni nüfusunun yok edilmesi hedefini taşıyan, böylece tarihin en kanlı kırımlarından biri olan, Raphael Lemkin’e “Ulusların bir kez daha böyle bir katliama kalkışamaması için uluslararası geçerliği olacak hukuki bir çerçeve kurulması,” gerektiğini düşündürterek “soykırım” terimini türetmesinde ilham veren, Talat Paşa’yı “Ermeni meselesi hallolunmuştur,” özgüveni ve kesinliğiyle konuşturan “temizlik” böyle yapıldı.
Tüm Ermeni memaliki, istisnasız, Türklerin ve Kürtlerin eline geçti. Bundan Kürtlerin kazancı zenginleşme, Türklerin kazancı hem zenginleşme hem de “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” umdesini göndere çekme oldu. Peşinden bu yüksek hayali hayata geçirmek için başka adımlar atıldı: 1924 Nüfus Mübadelesi, 1934 Trakya’yı Musevilerden arıtma amaçlı pogrom, 1941 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül vandallığı, “Vatandaş Türkçe konuş!” zorbalığı, 1964 “20 Dolar/20 Kilo” despotizmi... ilk akla gelenler.
Yoruldum! Bütün bunlardan sonra bu ülkede hala gayrımüslüm varsa, bunun zalimin inayeti sonucunda değil, mazlumun tevekkülü ve tahammül gücü ile başarıldığını bilmemiz gerekir.
Böylelikle sağlanan finans-kapital yetersizdi. O nedenle “ithal ikamesi” adı verilen yöntemle başka ülkede üretilenlerin Türkiye girmesi yasaklandı, yerli sermayenin o ürünleri Türkiye’de üretmesi teşvik edildi. “Yerli Malı Yurdun Malı, Her Türk Onu Kullanmalı” haftaları yaratıldı. Kalitesiz yerli ürünlerin yüksek fiyatlarla (dolayısıyla sanayiciye astronomik kar bırakarak) seçeneksiz tüketiciye satılması sağlandı. Bu yöntemle halkın cebindeki paralar da beşer onar sermaye sahibinin cebine aktarıldı. Sermaye terakümü için atılan adımlar bunlardı.
Ne var ki, büyük küresel sermaye ve gelişmiş ülkelerin sanayi üretimleri karşısında bunlar yetersizdi. Devlet bir kez daha devreye girdi. Büyük atılımlar için girişimci Türkler seçildi, devlet bu insanlara ihaleler kanalıyla hazineden kaynak aktardı.
Önce, 1930’larda, Anayurdu dört baştan demir ağlarla örmek için, demiryolları yapıldı. Gemicilik, silah-mühimmat dışalımı... Bazı girişimciler bu yolla büyük paralar kazandılar. Demirağ, İpar gibi isimler ön plana çıktı.
Böylece, bugün daha da çetrefil yollarla devam ettirilerek devasa boyutlara çıkan “devlet eliyle zenginleştirme” işlemi ta o dönemde, yani Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, kurucu babaların halisane niyetleriyle başlatılmış oldu. Adına “Devlet İhalesi” denilen bu yöntemi haftaya bırakalım.
(Devam edecek)