Prof. Selim Deringil, Osmanlı’nın ihtida prosedürlerini ve çok sayıda Ermeni’nin Müslümanlaşmak zorunda kaldığı 1894-1896 Katliamları’nı anlattı.
Tarihçi Erol Ketenci’nin bulduğu ve Agos’ta üç hafta önce yayımlanan Hemşinlilere dair belgeler, bir kez daha Osmanlı döneminin Anadolu’da hızlı din değişimlerine yol açtığını gösterdi. Hemşinlileri, Osmanlı’nın ihtida prosedürlerini ve çok sayıda Ermeni’nin Müslümanlaşmak zorunda kaldığı 1894-1896 Katliamları’nı, ‘Conversion and Apostasy in the Late Ottoman Empire’ (Geç Dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda Din Değiştirme ve Dinden Dönme) kitabının yazarı Prof. Selim Deringil’le konuştuk.
Hemşinliler, Müslümanlaştırılmış Ermeniler olarak mı kabul edilir? Hemşinlilerin din değiştirme süreci ne zaman başladı?
Müslüman Ermeni tanımı, sorgulanan bir kavram. Ermenilerin Müslüman olması veya Müslüman olduklarında Ermeni kalmaları tartışılıyor sıklıkla. ‘Gizli Ermeniler’in, yani dışarıya karşı Müslüman, ancak içeride Hıristiyanlık pratiklerini sürdüren Ermenilerin varlığının daha sık gündeme gelmesiyle, bu mesele daha hassas önem kazandı. Çok kesin bilgimiz olmamakla birlikte, 18. yüzyılın sonunda Hemşin, Trabzon ve Karadere bölgelerinde yaşayan Ermeniler, zorla Müslümanlaştırılıyor. Bu zorlamanın neden yapıldığına dair yine çok kesin bilgimiz yok. Fakat o bölge, 18. yüzyılda giderek hassaslaşan ve önem kazanan bir bölge halini alıyor. Çünkü Rus İmparatorluğu’nun, özellikle Çariçe Katerina döneminde o bölgeye dair ciddi emelleri olduğunu biliyoruz. Osmanlı da bu yüzden o bölgede güvenilir bir nüfus yaratarak, bölgeyi tampon haline getirmeye çalışıyor. Bu yüzden, oradaki nüfusu Müslümanlaştırma gayesi güttüğünü düşünüyorum. Aynı dönemde, Bulgaristan’da da aynı amaçla tampon bölge yaratmaya çalışıyorlar. Bu şekilde, sonradan bizim Hemşinli dediğimiz Ermenice konuşan Müslüman insanlar ortaya çıkıyor. Bu insanlar ‘gizli Ermeniler’ miydi, onu bilemiyoruz. Şimdi kendini Hemşinli olarak tanımlayan insanların çoğu Ermeni kimliğini kabul etmeseler de, son araştırmalardan öğreniyoruz ki, ‘gizli Ermenilik’, hatta ‘gizli Hıristiyanlık’ sanılandan daha yaygın bir kimlik. Karadeniz’de Kromridesler veya Arnavutluk’ta iki dini bir arada yaşayan topluluklar da var.
Hıristiyan kimliğinin görece rahatladığı Tanzimat ve Islahat Fermanları dönemi, bu durumu nasıl etkiliyor?
1856 Islahat Fermanı sonrasında, Karadere’de ilginç bir olay yaşanıyor. Orada hatırı sayılır bir nüfus grubu, ‘din serbestisi’ ilanından güç alarak, ‘Biz Hıristiyanlığa geri dönmek istiyoruz’ diyerek ağaları olan Suiçmezoğlu’na başvuruyorlar. Ağa, bu gruba biraz beklemeleri gerektiğini ve devlete çok güvenilmeyeceğini telkin ediyor. Bunun üzerine bu grup, yaklaşık 3 sene bekliyor. 1859’da tekrar isteklerini dile getiriyorlar ve bu kez İstanbul’a başvuruyorlar. Bunun üzerine İstanbul’dan bir heyet bölgeye gidiyor. Heyet, bu insanların yaklaşık 10 bin kişi olduğunu öğrenince bir hayli şaşırıyor. Heyet, orada araştırma yaparken, bu sırada Oflulardan bir grup heyetle görüşmeye geliyor. Heyete, “Bu grup Hıristiyan olursa, biz de oluruz. Çünkü bizim de atalarımız Hıristiyanken Müslüman yapılmışlar” diyor. Biliyorsunuz, Of hocalarıyla ünlü, muhafazakâr olarak bilinen bir bölge. Bu yüzden, heyet “Bu iş bizi aşar” diyerek, İstanbul’a danışıp geri dönme sözü vererek gidiyor. Fakat bir daha geri dönen olmuyor ve mesele bir şekilde uyutuluyor. Buradan anlıyoruz ki, sanırım Oflular, Hemşinlilerin Hıristiyan olmaması için bu iddiayı şantaj unsuru olarak öne sürmüşler.
“Biri yaparsa, hepsi yapar”
Osmanlı merkezi nasıl bakıyor bu din değiştirmelere?
Osmanlı, büyük ihtimalle dış güçlerin baskısıyla din hürriyetini ilan etmiş. Dış güçlerin baskısı olmasa da, Osmanlı bir reform isteğine sahip gerçekten. Ancak bu reformları sistemi fazla dalgalandırmadan yapmak istiyor. Reformların kendi temposunda, toplumu fazla silkelemeden yapılmasını arzu ediyor. Dolayısıyla bu gizli Hıristiyanların su yüzüne çıkmasının soruna yol açacağını düşünüyor. Çünkü “biri yaparsa hepsi yapar” diye düşünüyorlar. Zira Hemşinlilerle birlikte Akdağ’da İstavriler, Trabzon’da Kromridesler ve Arnavutluk’taki İşpatlar (Paratakslar) da ortaya çıkıyor. Sonuçta öyle bir şey olmasa da, bu durumun imparatorluk sathında ciddi bir nüfus ve prestij kaybı yaratacağı düşünülüyor. Belki de tekrar Hıristiyan olanların komşuları onları ‘Siz İslam’dan döndünüz’ diye öldürmeye kalkacak. Osmanlı’nın zayıf bir dönemi de olduğu için böyle çalkantılardan uzak durmak istiyor.
Müslümanken Hıristiyanlığa dönenlere yönelik bir tepki var mı?
Bu noktada, Türkiyeli tarihçilerce göz ardı edilmiş, ancak Tanzimat ve Islahat fermanları kadar önemli bir ferman daha ön plana çıkıyor. 1844’te Abdülmecid, ‘Bundan böyle mürted (dinden çıkan) katli yapılmayacak’ diye bir ferman yolluyor taşraya. Böylece ‘İslam’dan çıkanın katli vaciptir’ emrinin artık uygulanmamasını sağlıyorlar. Ancak bunu gönderirken, ‘Bu emrin orada burada beyan ve ifadesine hacet yok’ şerhi düşülüyor. Çünkü bir halife olarak İslam’ın gereğini yerine getirmemeyi yasallaştırmasının büyük meşruiyet kaybı olacağı düşünülüyor. Bu emirle birlikte, Osmanlı’daki misyonerlerde Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya dair bir umut beliriyor. Ancak büyük ölçüde başarısız oluyorlar. Osmanlı tarihinde misyonerlerin etkisiyle Hıristiyanlaşan Müslümanların sayısı toplamda bini bile bulmuyor, bu konuda hiç etkili olamıyorlar.
Tanzimat’la birlikte din bir kimlik olarak öne çıkıyor diyebilir miyiz?
Tanzimat’la bu süreçle eklemleniyor. Fransız Devrimi’yle Osmanlı’nın dışından gelen bir milli uyanış hareketi var. Balkanlar’da başlayan ‘kendini bir grup olarak özel görme’ durumu ortaya çıkıyor. Aydınlanma’nın gayrimeşru bir çocuğu olarak milliyetçilik doğuyor yani. Bütün halkların kurtuluşundan ve kardeşliğinden bahseden bir akım, her grubun kendini diğerinden üstün görmesiyle sonuçlanıyor. Bu da çok patlayıcı bir ortam yaratıyor elbette. O dönemde din artık ruhani ve Allah ile kul arasındaki ilişkinin ötesinde, bir ulusal kimlik olarak ön plana çıkıyor. Bu, 19. yüzyılın önemli bir özelliği. Milli kimlikle dinin iç içe geçmesi, gizli Hıristiyanlık ve din değiştirmelere yeni bir veçhe katıyor. Çok zayıf bir imparatorluk olan Osmanlı, kendi açısından bu akımdan büyük zarar görüyor. Anadolu’da da Hıristiyanlığın tekrar bir kimlik olarak ortaya çıkması, bu akımın oraya da sirayet ettiğini gösteriyor.
Osmanlı’nın şüpheleri
Osmanlı, sakin bir reform isteğinin yanı sıra, bu akıma kitleleri Müslümanlaştırma isteğiyle mi cevap veriyor?
Hem yapıyor, hem yapmıyor diyebilirim. Orası ilginç. Tanzimat dönemi ve Abdülhamid döneminde de kimsenin Müslüman olmasını istemiyor Osmanlı. Çünkü bunun da çalkantıya sebep olacağını görüyorlar. Hele ki, kitlesel olarak grupların Müslümanlaşmasını hiç istemiyorlar. 1894-96 yılları arasında Ermenilere yönelik katliamlar sırasında bunu görüyoruz. Anadolu’daki Ermeniler canlarını kurtarmak için kitlesel olarak Müslüman olmak istiyorlar. Bu talep, devletin hoşuna gitmiyor. Bölgedeki konsoloslardan ve misyonerlerden çekiniyorlar ve dengenin bozulacağını düşünüyorlar. Merkezin bu talebe tepkisi, bireysel olarak Müslüman olanları kabul etmek ama kitlesel olarak İslam’a geçmeyi reddetmek oluyor. Sivas, Malatya, Pötürge ve Harput’ta Ermeni köyleri, bütün bir grup olarak Müslüman olma taleplerini iletiyorlar. İstanbul, bunun prosedürü olduğunu ve Kelime-i Şehadet’le kolayca Müslüman olunamayacağını bildiriyor. Bu sefer, bazı köylerde Ermeniler kitlesel olarak kendilerini sünnet ettiriyorlar veya kiliselerini camiye çeviriyorlar. Ancak yine de devlet bu taleplerin büyük çoğunluğunu kabul etmiyor. Zira belgelerde gördüğümüz üzere, Ermenilerin samimi olarak Müslüman olmadıklarına, sonra kendi dinlerine dönecekleri ve Osmanlı’yı yabancılara şikayet edeceklerine inanıyorlar. Bu da tehlikeli bir durum yaratıyor; çünkü belirsizlikte kalan Ermeniler, bölge halkı gerçeği bildiği için yine katliamların hedefi oluyor. Bu belirsizlik hali, 1898’e kadar sürüyor ve sular 1915’e kadar duruluyor. İngiltere ve Fransa’nın Abdülhamid’e baskısıyla, Sultan elinden geldiği kadar Hamidiye Alayları’nı geri çekiyor.
Devletin Müslüman olmak için şart koştuğu prosedürler nelerdi?
Ben din uzmanı değilim, ancak bu durumu araştırdım. Normalde, kendi kendinize inanarak Kelime-i Şehadet getirdiğinizde Müslüman oluyorsunuz. Bunun herhangi bir prosedürü veya şahidi olması falan gibi gereklilikleri yok. Ancak Osmanlı’da Müslüman olan gruplar, elbette ki kendilerini duyurmak istiyor ve bunun duyulmasını arzu ediyor. İnsanlar genelde canlarını kurtarmak için veya ekonomik gerekçelerle bunu yaptıkları için o dönemde buna bir şahit aranıyor. Genelde de insanlar o dönemde kadının huzurunda ve iki şahitle Müslüman oluyorlar. Tanzimat’la birlikte bu sistem devam ediyor, ancak daha da bürokratikleştiriyor. Kişi, kasabada yaşıyorsa kaymakamın şahitliğini, vilayette ise valinin şahitliğini şart koşuyor. İhtidanın zorla olmadığını kanıtlamak için kişinin yakınlarının da orada bulunmasını istiyor. Hatta 1844’ten sonra yakınlarının kişiyi bu işten caydırması için de hak tanınıyor. Bu işe bir de diplomatik boyut ekleniyor. Çünkü 19. yüzyılda herkes kolayca başka bir ülke vatandaşlığı alabiliyor. Eğer ihtida eden kişi başka bir ülkenin de vatandaşıysa, bölgedeki konsolosluk yetkilisinin de orada hazır bulunması gerekiyor. Dolayısıyla Müslüman olmanın meşru ve kişinin isteğiyle olduğunu ispatlamak adına duruma birçok katman ekleniyor.
İhtida edenler daha çok gençler mi?
Benim gördüğüm, genelde gençler Müslüman oluyorlar. Bunun neden olduğu benim için de ucu açık bir soru. Bence bir sebebi, bu yaş grubunun toplumun daha zayıf bir katmanı olması. Onların hedef olarak seçilmesi daha kolay elbette. Örneğin, çocuklar Müslümanlaştırılarak hizmetkâr olarak çalıştırılıyorlar. Müslüman hamiler bu anlamda öne çıkıyorlar. Kişinin Müslümanlaşmasına bir şekilde sponsor oluyorlar, onu koruyorlar ve hatta evlendiriyorlar. Fakat yine de tam olarak sebepleri tespit edilebilmiş değil bu durumun. Ancak Balkanlar’da da, Anadolu’da da, daha çok gençler ve çocuklar ihtida ettiği için Osmanlı bölgelere emir göndermek zorunda kaldığını biliyoruz. Merkez, çocukların ihtidalarını kabul edilmemesini istiyor.
Hayatta kalmak için
Sayısal olarak biliyor muyuz kaç kişi olduklarını?
Sayı vermek çok zor. 50 ile 200 bin arasında birçok sayı gördüm. Bu kadar büyük bir aralık, kesin bir sayı yok demektir. Katliamların doruğa ulaştığı 1894-96 yıllarında Anadolu’daki konsoloslar, 100 bin civarında insanın ihtida ettiğini bildiriyor. Ancak o da çok güvenilir bir istatistik değil.
İhtidanın Ermenilerin canını kurtarmasını sağladığını söyleyebiliyor muyuz?
İşe yaradığı da oluyor. O dönemde, Müslümanlaşan Ermenilerin büyük kısmı tekrar Hıristiyanlığa dönüyor. Kilise de kabul ediyor bu insanları. Fakat bir kısmının tekrar Hıristiyan olmadığını da biliyoruz. Tek neden bu değil elbette ki ama bu insanların Müslümanlaştığı için hayatta kalabildiğini de söyleyebiliriz.
Devlet, Hemşin bölgesinde ihtida edenlerin kaydını tek tek, isim isim tutuyor. Ve amaç, ‘misyonerlerin iğfalatına maruz kalmalarını engellemek.’ Bunun için diğer bölgelerde de o bölgelere okul veya cami yaptırmak yönünde politikalar geliştiriliyor.
Erol Ketenci’nin Hemşinlilerle ilgili ortaya çıkardığı, Agos’ta üç hafta önce yayımladığımız belgeler bize ‘Müslümanlaşmanın Hıristiyanları misyonerlerin etki alanından kurtarmak’ için kullanıldığını gösteriyor. Anadolu’daki Ermeniler için de bu amaç söz konusu mu?
Devlet, Hemşin bölgesinde ihtida edenlerin kaydını tek tek, isim isim tutuyor. Ve amaç, ‘misyonerlerin iğfalatına maruz kalmalarını engellemek.’ Bunun için diğer bölgelerde de o bölgelere okul veya cami yaptırmak yönünde politikalar geliştiriliyor. Abdülhamit’in klasik politikasının gereği olarak yapılıyor bunlar.
Soykırım sürecinde Müslümanlaştırma politikası nasıl yürütülüyor?
Bu konuda Ermeni yetimler ve özellikle Lübnan’daki Ayn Tura gibi devlet yetimhanelerinin politikaları büyük önem kazanıyor. Taner Akçam’ın son kitabı ‘Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması’nda belirttiği gibi, Talat Paşa’nın tehcir kararının öncesinde yayınladığı bir genelge var. Bu genelgede, “Tehcirde bikes (kimsesiz) kalmaları muhtemel çocukların devlet yetimhanelerine alınmasını” emrediyor. Dolayısıyla devletin bu çocukların Müslümanlaştırılması yönünde politika güttüğü çok açık. Zira Ayn Tura, her ne kadar 300 kadar Kürt çocuğa da ev sahipliği yapıyor olsa da, Ermeni çocuklarına yönelik böyle bir politikanın uygulanması için Cemal Paşa’nın kurduğu bir pilot bölge.