Venedik Bienali Ermenistan Pavyonu 6 Mayıs’ta kapılarını ziyaretçilere açtı. Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan 16 Ermeni sanatçının çalışmalarını ‘Ermenilik’ başlığı altında bir araya getiren pavyon, Altın Aslan Ödülü’nü kazanarak tüm dikkatleri üzerine çekti.
Dünyanın en önemli güncel sanat organizasyonlarından biri olan Venedik Bienali Uluslararası Sanat Sergisi, bu yıl 56. kez ziyaretçilerle buluşuyor. Ermenistan ulusal pavyonunun, soykırımın 100. yıldönümüne denk gelen bu yılki sergisi, kökenleri Anadolu’ya dayansa da bugün yaşamını dünyanın farklı yerlerinde sürdüren 16 Ermeni sanatçının katılımıyla düzenledi. Serginin başlığı ‘Ermenilik’ (Armenity/Hayutyun) olarak belirlenmişti. Bu konsept ilk bakışta bir grup sergisi için fazla geniş görünse de, farklı kuşaklardan 16 sanatçının, kimlik, aidiyet, göç ve yerinden edilme gibi konulara değinen çalışmaları, sık sık ortak zeminlerde buluşuyor.
İşlerin sergilendiği, San Lazzaro Adası’ndaki Mıhitaryan Manastırı’nın dokusu ve tarihiyle bütünleşen, aynı zamanda sanatçılar ve izleyiciler arasında uzlaşmaya dayalı bir diyalog oluşturmayı başaran ‘Ermenilik’ sergisi, Ermenistan Pavyonu’na Altın Aslan Ödülü’nü (Golden Lion) kazandırdı. Ödül verilirken, serginin “iyileşmeye giden yolda kültürlerarası etkileşimi cesaretlendiren” yapısı vurgulandı; diasporadan sanatçıların, yerel değerleri, kendi ortak kültürel miraslarıyla buluşturan yaklaşımlarından övgüyle bahsedildi. İki yılda bir Venedik Bienali’nin en iyilerine verilen bu ödül, çok sayıda sanatsever ve sanat profesyonelinin dikkatini Ermenistan Pavyonu’na çekti.
Manastırın tarihiyle bütünleşen çağdaş yapıtlar
1717’de kurulan ve bugüne dek birçok Ermeni aydına ev sahipliği yapmış olan Mıhitaryan Manastırı, bienal sergisi için eşi bulunmaz bir mekân. Manastırın, şehrin karmaşasından uzak bir yerde bulunması, izleyicinin buradaki sanat yapıtlarıyla kurduğu ilişkiye de yansıyor. Büyük bir sanat fuarını andıran bienalin ana mekânlarında bir sergiden diğerine koşturan sanat izleyicisini, Ermenistan Pavyonu’nda daha sakin bir ortam bekliyor.
Manastırın kendine has yapısı, sürekli sergileri, sanat eserleri ve tarihi objelerden oluşan birikimi ile 16 çağdaş sanatçının yapıtları âdeta iç içe geçmiş. Böylece, zamanın durağan ve çizgisel akışı tersyüz olurken, farklı dönemlerden anlatılar ortak bir havuzda toplanmış. Bienal için mekâna gelen sanatçılar, buraya özgü yerleştirmeleriyle manastırın tarihine de dokunmayı ihmal etmemişler. Bunda, serginin küratörü Adelina Cüberyan von Fürstenberg’in burada daha önce de projeler üretmiş olmasının ve mekânı çok iyi tanımasının da etkisi var.
Manastırın dokusuyla kusursuz bir biçimde bütünleşen çalışmalardan ikisi Silvina Der-Meguerditchian ve Hera Büyüktaşçıyan imzalı. Der-Meguerditchian, büyükannesinin Ermeni alfabesini kullanarak Türkçe yazdığı bitkisel ilaç tariflerinden hareketle bir yerleştirme hazırlamış. Bu eski tarifler, ilaç karışımlarında kullanılacak malzemeler ve aletlerle birlikte, kutsal nesneler gibi, manastırın vitrinlerinde sergileniyor. Hera Büyüktaşçıyan’ın yapıtı ise, bir dönem önemli kitaplar basmış olan, manastır bünyesindeki köklü matbaayı hatırlatıyor. Büyüktaşçıyan’ın hareketli heykeli, Ermeni alfabesiyle baskı yapan, eski ama hâlâ çalışır durumda olan bir makineyi andırıyor. Bu iki örnekten farklı olarak, Haig Aivazian’ın, Udi Hrant’ın yaşamı ve sanatından esinlenerek yaptığı, enstrüman özelliğini kaybetmiş absürt ud heykeli, gücünü, çevresiyle arasındaki karşıtlıktan alıyor.
Soykırımın izleri
Diğer tarafta,n manastırın dokusu, sergideki kimi sanatçılar için dezavantaj olmuş. Örneğin Aram Jibilian’ın, soykırım sırasında Van’dan kaçıp annesiyle birlikte Yerevan’a göç eden ressam Arshile Gorky’nin, kendisini ve Yerevan’da açlıktan ölen annesini resmettiği ünlü tablosunu kullandığı fotoğrafları, sağlam kavramsal altyapısına rağmen, sergide kayboluyor. Yervant Gianikian ve Angela Ricci Lucchi’nin, Gianikian’ın babasının, yıllar önce terk etmek zorunda kaldığı, Erzurum’un Khodorçur (bugünkü resmî adıyla Sırakonak) köyüne dönüş yolculuğunu anlattığı ‘Return to Khodorchur’ (Khodorçur’a Dönüş) başlıklı videosu ise, sergileme yöntemlerindeki hatalardan dolayı, sergilendiği odada eğreti duruyor.
Nina Katchadourian’ın çok kanallı video yerleştirmesi ise, sadece Ermenistan Pavyonu’nun değil, bienalin tamamının en çarpıcı işlerinden. Sanatçının kendisiyle birlikte anne ve babasının yer aldığı videoda, Ermeni aksanlarından kurtulup, yerli birer Amerikalı gibi İngilizce konuşabilmek için profesyonel yardım alan çekirdek bir aile görüyoruz. Koçun telkinleriyle kendi hazırladığı metni tekrar tekrar okuyan babanın Anadolu’ya uzanan köklerini keşfederken, ailenin Ermenice soyadlarını Amerikan aksanıyla telaffuz etmeye çabalamalarına tanık oluyoruz. Katchadourian, dil ve kimlik meselesini merkeze alan, aynı zamanda bunların dönüşümüne işaret eden çalışmasını, basit bir anlatımla, zekice kurgulamış. ‘Ermenilik’ sergisinde, Rosana Palazyan’ın ‘A story I never forgot’ (Asla unutmadığım bir hikâye) adlı filmi gibi, doğrudan doğruya bir soykırım anlatısı üzerine kurulu veya 1915’te yaşananlara dolaylı yollardan gönderme yapan çalışmalar bulunuyor.
Ermenistan Pavyonu sergisine, Türkiye Pavyonu’nda ‘Respiro’ (Nefes) adlı kişisel sergisi açılan Sarkis de, manastırın farklı bölümlerinde yaptığı yerleştirmeleriyle katılıyor. Böylece, sanatçının işleri aracılığıyla, iki pavyon arasında bir köprü kuruluyor.
18 Ekim’e kadar yolu Venedik’e ve Mıhitaryan Manastırı’na düşecek olanları, bu yılın en çok ses getiren sergilerinden birini görme fırsatı bekliyor.