Benim de günahlarım var.
1995 seçimlerinde CHP’nin, 1999 seçimlerinde ANAP’ın reklam kampanyasını yürüttüm. CHP’nin başında Deniz Baykal, Anavatan Partisi’nin başında Mesut Yılmaz vardı. Ersin Salman’ın Ajans Ada’sıyla benim Merkez Ajans birleşmiş, ADAM olmuştu. Her iki kampanyada projeyi geniş bir kadroyla yönetiyordum.
Daha önce de birkaç kez Meclis’e gitmiş, oranın kendi başına buyruk, tam özerk, Asteriks’in köyü gibi bir yer olduğunu görmüştüm. Asteriks’in köyü sözün gelişi. Hiç alakası yok. Meclis bir klan; havası suyu hali tavrı bambaşka. İnsanları bize benzemiyor. İçeri girildiği anda ilgiler, ilişkiler, atmosfer değişiyor.
Seçim kampanyaları için Ankara’ya yolum daha sık düşer oldu. Meclis’e değil ama, parti genel merkezlerine, liderlerin çalışma mekanlarına, zaman zaman evlerine girdim çıktım. Liderle ve seçim kampanyalarını yürütmekle görevli yakın çalışma arkadaşlarıyla sürekli ilişki içinde bulundum. O süreçlerde çok şey gördüm, öğrendim. Türkiye’de siyasetin hayat boyu terkedil(e)meyen bir meslek olduğunu da o süreçte anladım.
Siyasetin bambaşka bir dili, terminolojisi, siyasetçinin bambaşka bir anlayışı vardı. Biz öleceğini bilen dışarlıklılar için yabancı, afallatıcı bir dil ve anlayıştı bu.
’99 seçimlerinden epey bi sonra, Milliyet Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Derya Sazak’ı ziyarete gittim. Öğlen saatiydi. Yemeği birlikte yiyelim, dedi, aşağı, lokantaya indik. Büyük bir yuvarlak masanın çevresine oturduk, 8-10 yazarla birlikte.
“Ben siyasi partilerin, ‘Bizim programımız, bizim hazırlıklarımız, bizim kadrolarımız en iysidir; ülkeye, ülke insanına en iyi biz hizmet veririz,’ diye düşündükleri için iktidar olmak istediklerini sanırdım; şimdi o kadar emin değilim,” dedim. Sağımda oturan Zülfü Livaneli, “Nazar Bey, bu kadar naif olamazsınız,” dedi
Haklıydı. Ben o kadar saftım, hala da öyleyim bir bakıma. Dilin, anlayışın beni şaşırtması da bundandı... “Madem o dile, o anlayışa bu ölçüde yabancıydın, ne işin var seçim kampanyalarında?” diye sorabilirsiniz. Siz de haklısınız.
Geçenlerde Taner Akçam Taraf’ta HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Ermeni Soykırımı üstüne söylediklerini yazdı iki gün. Demirtaş’ın önce Ermeni Soykırımı’ndan söz ettiğini, sonra bunu tevil yoluna gittiğini belirterek, bunun nedenleri üzerinde durdu.
Siyasetin böyle birşey olduğunu, doğru bildiklerini öyle apaçık söylemenin kimi zaman mümkün olmadığını, siyaseten doğru olmadığını söyledi. Bir bakıma Demirtaş’ın davranışını açıkladı.
“HDP’nin, ‘1915 soykırımdır’ söyleminden, ‘hakikat komisyonu kuracağız, o komisyon ne derse onu kabul edeceğiz’, söylemine kayması konusunu tartışıyorum.
HDP, ‘1915 soykırımdır’ tezinin oy kaybettireceğini gördü ve geri adım atma ihtiyacı hissetti.
Bu gerçeklikleri, siyasetin kendi diline çevirmeden aynen kullanabileceğinizi ve yine de oy alabileceğinizi zannediyorsanız, hayal dünyasında geziyorsunuzdur.
Sıkıntı ve açmaz burada!
İlkeyi savunsan oydan, oyu savunsan ilkeden vazgeçmek zorundasın!
Eğer sadece bu iki seçenek sözkonusu ise, konuya bu seçeneklerin içinde sıkışmadan yaklaşmak mümkün mü?”
Bu davranış ve bu yazılar beni gene yıllar gerisine, seçim kampanyaları günlerine götürdü...
İletişimcilerin görevi, hele seçim kampanyalarında, ne söyleneceğinden ziyade söylenmek istenenin nasıl söyleneceğini bulup çıkartmaktır.
İşte bu anlayışla çalışırken, bir bakarsınız, filanca konuda ne söylemek “gerektiği” size sorulur. Siz bu konuda fikrinizi, önerinizi söylediğiniz zaman da, “Bunları söylemek, böyle söylemek siyaseten yanlış olur,” yanıtıyla karşılanırsınız.
Bu sözü, “siyaseten yanlış” sözünü ilk duyduğumda anlamadım, kavrayamadım. Aşina olmadığım, yüksek bir politik ilkeden söz ediliyor duygusuna kapılmış olmalıyım. Siyaset bilmediğim bir iş olduğundan, kendimi eksik ve yetersiz hissettim. Sonra sonra, bu sözle sık sık ve çeşitli bağlamlarda karşılaştıkça, “Bu doğruyu şimdi böyle söylemek yanlış olur, bize oy kaybettirir,” anlamına geldiğini anlamaya, kavramaya başladım. Almanların realpolitik kavramının bizim iç politikadaki karşılığı olduğunu düşündüm.
Peki, realpolitik nedir?
Real politik, gerçekçilikle pragmatizmin bileşkesidir. İçinde bulunulan durum çerçevesinde neyin söylenmesi neyin söylenmemesi gerektiğini politikacıya düşündürür. Doğruyu söylemekle, ahlakla, dürüstlükle ilgisi ilişkisi yoktur. Yani ideolojik, etik bir temeli değil, çıkarcı, yanıltıcı yaklaşımı, takiyyeci bir tutumu ifade eder.
Taner Akçam, öteki halklarla birlikte Kürtlerin yaşadığı çileyi bildiği ve HDP’nin barajı aşamaması durumunda karşılaşacağımız felaketten kaygı duyduğu için olmalı, bu konuya anlayışla yaklaşmak istiyor. Gene de uyarısı eksik değil:
“İlk söylenecek şey, HDP’nin konumunun gözönüne alınması zorunluluğudur. Sonuçta HDP inkârcı bir deryada küçücük bir adacık gibidir. Bize en azından bu konuyu tartışma imkânı sunuyor. Siyasi eleştiri, HDP’nin inkârcı koalisyon karşısındaki yalnızlığını dikkate almak zorunda.
(...)
Bana, HDP kendi tabanının hassasiyetlerini dikkate almaya başladı gibi geliyor.
Sıkıntı ve açmaz burada!”
Halkların Demokratik Partisi (HDP), siyasi partileri sürekli kapatılmış, sivil toplum örgütleri eza, zulüm görmüş, halkı perişan edilmiş bir hareketin seçime giren partisi. Mali kaynağı yok, öteki partiler gibi hazineden, yani bizim vergilerimizden aldığı yüzmilyonlarca liralık pay yok. Sözünü halka iletme olanakları fevkalade sınırlı, kısıtlanmış. Örgütü, örgütlenmesi daima baskı altında. Halkı “bizimkiler ve ötekiler” diye habire bölenlerin, asıl bölücülerin, bölücülükle suçladığı parti olarak suçlunun güçlü olduğu bir düzende özgürlük mücadelesi veriyor.
Bu ortamda, her sözünü oy hesabına dayandıranlarla sözü davranışı düzgün, dürüst ve mağdur insanların yarıştığı böyle bir ortamda kime destek olacağız? Kimin yanında yer alacağız? Siyaseten doğru-siyaseten yanlış muhasebesi yapanların mı... temel ahlaki değerler, eşit yurttaşlık, korkusuzca hesap sorabilme, hak arayabilme hakkı, yani gerçek demokrasi peşinde olan HDP’nin mi?