Aralık 1964-Mart 1965 arasında Almanya’nın Bonn kentindeydim. Dünyanın en büyük köyü sayılan Bonn, o sıra Almanya’nın başkentiydi.
Evangelische Studentengemeinde adında bir öğrenci yurdunda konuk kalıyordum. Yabancı öğrenci çok azdı, yurttakilerin büyük çoğunluğu kız-erkek Alman gençleriydi.
Bonn’a kısa sürede alıştım. İstanbul’da okumuş iki Alman öğrenci, Michael Ziegel ile Hans Henning Heine sayesinde çabuk kabul gördüm, birçok arkadaşım oldu.
İngiltere’de öğrencilikten geliyordum. Orada da gençlerle dost-arkadaş olmuştum. İngiliz gençlerinde görmediğim bir başka, değişik bir hava vardı Alman gençlerinde. Epey bir süre anlayamadım nedenini, kimseye de soramadım. İngiltere’deki gençlerin hercai rahatlığına, havailiğine karşı, Alman gençlerinde bir durgunluk, bir ‘olgunluk’ vardı.
Sonra sonra, tüm o gençlerin anne-babalarının, dayı-amcalarının 2. Dünya Savaşı’nı yaşamış insanlar oldukları kafama dank etti. Bu insanlar III. Reich’ı, onun yükselişini ve çöküşünü görmüş, yaşamışlardı. Olan biteni tarih kitaplarından, uzaktan değil, içinde bulunarak öğrenmiş, hissetmişlerdi. Dachau, Auswitch, Birkenau, Treblinka ve nihayet Nurnberg onların gençliğinde, ergenliğinde yer bulmuş, benliklerinde yer tutmuştu. Bundan kaçış yoktu; nasıl, ne kadar konuşulmuş olursa olsun, öyle olaylar, öyle bir tarih geride bırakılamıyordu; arkadaşlık ettiğim bu gençler, işte o yılların, 1930’ların, ‘40’ların ebeveynlerinden devraldıkları ağır yükle maluldular.
Geçenlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Kazakistan’a giderken, Papa Francesco ile Avrupa Parlamentosu’nun Ermeni Soykırımı’na ilişkin sözleri, kararları üstünde durdu. “Hiç kimse bu büyük suçu, bu büyük vebali, benim milletimin üstüne yükleyemez,” dedi. Elhak doğrudur. Soykırım büyük bir suç, işleyenlerin omuzlarında büyük vebaldir.
Uzun yıllardır Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleriyle, söyleyiş biçimiyle, hayata ve insanlığa bakışıyla hemfikir değilim. Siyasi amaçları tedirgin edici, korkutucu. Ama bu cümlesinin anlamı, içeriği, öznesi, nesnesi beni düşündürdü. Ürperdim.
Schopenhauer’in sözlerini hatırlayalım: Hakikat 3 aşamadan geçer: Önce onunla dalga geçilir; sonra şiddetle inkar edilir; daha sonra ‘Zaten her şey ortada’ denilerek kabul edilir.
Biz şimdi bu ülkede ikinci aşamayı, yani gerçeğin şiddetle inkar edildiği bir süreci yaşıyoruz. Ama meşhur sözdür, ‘Gerçeğin kötü bir huyu var, önünde sonunda ortaya çıkar!’ Yani, üçüncü evre de er geç gelecek...
İşte beni ürperten bu kaçınılmaz evre; ‘Zaten her şey ortada’ denilerek hakikatin kabul edileceği zaman.
O zamanı, o zamanın insanlarını bir düşünelim şimdi: Geride kalan yüzyılı aşkın süreçte bu ülkede yaşananlar, muktedirlerin bu ülke insanlarına yaşattıkları, bir-bir ortaya dökülmüş. 19. yüzyılda Ermenilerle başlayan zulüm, Rumları, Süryanileri, Musevileri, Kürtleri, Alevileri yakıp kavurmuş. Bütün olanlar her tür bilgiyle, belgeyle, kanıtla ortalık yerde. Korkunç bir tablo, bir kabus...
Gençler, “Benim ırkım, benim soyum, benim milletim, benim dinim dindaşım böyle büyük bir suç işlemez, işleyemez, benim milletimin üstüne böyle bir vebal konamaz!” aşamasından, “Evet, bu topraklar üstünde bütün bunlar yaşandı, bütün bunlar oldu, bütün bunlar gerçek, bu yük bizim omuzumuzda” aşamasına geçilince bu ülkenin çocukları, bu ülkede yaşayan gençler ne olacak? O gençler dedelerinin işlediği suçlarla, o suçların vebaliyle nasıl yaşayacaklar?
İşte bugün bizim en başta gelen sorumluluğumuz, o günün gençlerini bugünden dikkate almak, onların kaçınılmaz derin travmasını nasıl sağaltacağımızın çarelerini bugünden düşünmektir. Hele hele, en büyük kine, en büyük düşmanlığa muhatap kılınan Ermenilerin, aslında kendi anneanneleri, dedeleri, büyükbabaları olduğunu, o dinden/ırktan gelenlerin Anadolu’da milyonlarca torun bıraktıklarını öğrendiklerinde, o gençlere, o insanlara neler olacak, bununla nasıl başedecekler... Ben 1960’ların Alman gençliğini gördüm, tanıdım. Türkiye’deki gelecek daha da beter; kılıç artığı olarak hayatta kalanların bugün bu ülkede yaşayan milyonlarca insanın atası olduğunu göz önüne alırsak...
Şimdiki kaygım artık bu. Bu, Türkü Ermenisi hepimizin, bu ülkede yaşayan herkesin ortak kaygısı olmalı. Belki hakikat bir anda değil, ağır ağır, alıştıra alıştıra ortaya çıkmalı. Bunu yapabiliriz. En evvela ders kitaplarından, şuranın buranın kurtuluş günlerindeki rezillikten başlayarak...
Tayyip Erdoğan bir de yeni bir tehcir tehdidini savuruyor. Ayıptır! Zulümdür! Günahtır! Devletin Ermenistan’dan gelip Türkiye’de çalışmak zorunda kalanlara tutumunda bir katre iyi niyet, bir nebze art niyetsiz inayet varsa, biraz tevazu gerekir. Bırak o Ermeni işçiler yapsın takdiri, senin Ermeni vatandaşların övsün seni ve tutumunu. Böyle ikide bir, uluorta söylersen, içindeki tehdit, gözdağı unsuru çuvaldaki mızrak gibi dımdızlak ortaya çıkar. Sayın Cumhurbaşkanı’na Ömer Seyfettin’in Diyet öyküsünü birisi hatırlatsın.
Hem, efendim, kimin toprağından kimi... Bu toprağın bir bölüğü senin, sahiplerini vahşice katlederek, el koyduğun toprak değil mi? Türkiye’de kaçak çalışmak zorunda kalan Ermenistan Ermenilerine bir sonSOR bakalım, dedesi-ninesi nereli? Muş, Bingöl, Van, Harput türküleri, Kars şiirleri niçin Ermenice’de Türkçe’den ziyade? Öyle mukatele mugalatasıyla altından kalkabileceğin bir tarih mi bu senin tarihin?
Şu aşağıdaki bilgiler devletinin arşivlerinden. Benim yurdum yuvam, memleketim Develi’deki, Kayseri’deki tabloyu nasıl açıklayacaksın? Öyle, Ruslar’la birlik oldular, Fransızlar’a yardım ettiler... ve sair yavelerle geçiştirebilecek bir yer de değil, Orta Anadolu’nun göbeği! Yunanlılar Polatlı’ya dayanınca Mustafa Kemal’in meclisi taşımayı planladığı güvenli bölge. Orada ne Fransız var, ne Rus! Dedelerimizin, ailelerinin nasıl yok edildiğini, niçin kılıçtan geçirildiğini bir sen söyle, bir de biz anlatalım, gelecek nesiller de yavaş yavaş duysun öğrensin!
Hem, bu büyük suçu, bu büyük günahı inatla inkar ederek onun tüm vebalini
gelecek nesillere yüklemiş olmuyor musunuz?
İnsaf artık! İnsaf!
Tövbe-istiğfar edilmeden, inandığınız Allah sizi bağışlar mı? İnancınız bu kadar hafifmeşrep, dine imana bakışınız bu ölçüde çıkarcı mı? Ya vicdan? Vicdanınız?..