Hayatını kaybeden Nobel ödüllü yazar Günter Grass’ın 2010 yılında Agos’a verdiği söyleşiden: Yazarlık doğruları, gerçekleri söylemeyi gerektirir. Bunu yapamayacak olanların, bu işi yapmamaları lâzım. Ayrıca, yazar kaybedenlerin tarafında olmak zorundadır. Tarih genellikle muzafferlerin tarihini anlatır ve bu bir boşluk doğurur. Bu boşluk edebiyatla doldurulabilir.
Nobel ödüllü Alman yazar Günter Grass, 87 yaşında hayatını kaybetti.
Yayınevinden yapılan açıklamada Grass'ın Almanya'nın kuzeyindeki Lübeck kentinde bir hastanede öldüğü belirtildi.
Muhalif kimliğiyle tanınan yazar, yazdığı bir şiirle, İsrail’in ğolitikalarını eleştirdiği bir şiir nedeniyle 2012'de İsrail tarafından ‘istenmeyen adam’ ilan edilmişti. Yazar bu şiirinde, İran'ın nükleer programına karşı çıkan Batılı ülkelerin İran'ın nükleer programına sessiz kalarak iki yüzlü davrandığını öne sürmüştü.
Grass, büyümek istemeyen Oscar isimli çocuğun gözünden İkinci Dünya Savaşı yıllarını anlattığı, 1959 yılında yayımlanan Teneke Trampet (Die Blechtrommel) romanıyla dünyada büyük ilgi uyandırmış, roman daha sonra sinemaya uyarlanmıştı.
1999'da Nobel Edebiyat ödülünü alan yazarın eserleri arasında Kedi ve Fare, Teneke Trampet, Köpek Yılları, Lokal Anestezi, Pisi Balığı, Dişi Fare, Kafadan Doğumlar, Uzak Tarla, Yüzyılım ve Kanser Yolunda gibi yapıtlar bulunuyordu.
Danzig'de doğan Grass İkinci Dünya Savaşı'na katıldı ve 1959'da adını tüm dünyaya duyurduğu Nazi karşıtı Teneke Trampet romanını yayımladı.
2010 yılında Türkiye’ye gelen Günter Grass, Agos Gazetesi’nden Talin Suciyan’a bir söyleşi vermiş, bu söyleşide yüzleşme, insanlık suçları ve yazar olmanın getirdiği sorumluluktan bahsetmişti.
“Yazar olan, ağzını açmak zorundadır. Bunu yapmazsanız, kendini ifade edemeyen insanların yerine konuşabilmek gibi bir imkânı kullanmamış olursunuz. Ayrıca, yazar kaybedenlerin tarafında olmak zorundadır. Tarih genellikle muzafferlerin tarihini anlatır ve bu bir boşluk doğurur” diyen Grass, Türkiye’nin Ermeni soykırımı konusundaki tavrı içinse “Tarih hiçbir zaman insanların peşini bırakmıyor. Türkiye bu açıdan çok daha büyük bir suçun etkisi altında, bunu kavraması, tarihiyle hesaplaşması kaçınılmaz” demişti.
Günter Grass’ın söyleşisini, kendisini saygıyla anarak, bir kere daha yayımlıyoruz.
(...)Grass’ın Türkiye ziyaretinde yaptığı açıklamalar, özellikle geçmişle yüzleşme konusuna yaptığı vurgu, basında genişçe yer aldı. Grass, gezisini sırasında 19 Nisan pazartesi günü Agos’u ve Hrant Dink Vakfı’nı da ziyaret etti. Bu tür hesaplaşmaların ne kadar meşakkatli olduğunu kendi yaşamıyla da ortaya koyan Grass, başta entelektüeller olmak üzere Türkiye kamuoyuna, “elinizi taşın altına koyun” mesajı verdi.
II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan soykırımın ve Nazizm ideolojisinin etkisinde kalmış biri olarak, bu geçmişle hesaplaşmak için çalışan dünyaca ünlü bir yazarsınız. Çok önemli bir kişisel deneyiminiz var ve bununla yüzleşme çabanız, Almanya için de çok anlamlı bir örnek. Türkiye’ye bakacak olursak, Orhan Pamuk’un 1915 konusunda bir İsviçre dergisine yaptığı açıklamalar çok büyük bir tepki toplamıştı. Pamuk, haliyle, sizin gibi ilk elden bir deneyim sahibi de değildi. Türkiye’deki entelektüellere, yazarlara kendinizden yola çıkarak vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
1945-47 yıllarında, Alman devleti çöktüğünde, savaşı kaybettiğinde, Almanya’nın halen savaşı kazanacağından emindim. Çok gençtim ve adeta bir çılgınlık yaşıyordum. Bu çöküşü, daha sonra söylendiği gibi, hürriyete kavuşma olarak görmedim. Savaş mahkûmu olarak savaş esiri oldum, birçok arkadaşım öldü. Ben şanslıydım ve hayatta kaldım. Gerçekten savaşı kaybettiğimize inanmıyordum. Daha sonra Nürnberg Mahkemeleri süreci başladı. Toplama kamplarında çekilmiş birçok fotoğraf gördüm, gördüklerime inanamadım. Bir yandan da “Almanlar böyle şeyler yapmış olamaz” diyordum. Ne garip ki, bir gün radoyda benim de üyesi olduğum Hitler Gençleri’nin lideri Baldur von Schirach’ın “Evet, bunları Almanlar yaptı” dediğini duydum. Bu açıklamalar beni çok şaşırttı. Beni, o yetkilinin söyledikleri, yani olayların içinde olan birinin bunu söylemesi uyandırdı. O zamana kadar suçluluğumuzun farkında değildim. Tam o sırada da zaten “Nazi İmparatorluğu” gibi kitaplar yayımlanmaya başladı. Böylece ben Nazizm’in ne olduğu üzerine düşünmeye başladım. Aynı dönemde de Almanya’da yeniden yapılanma süreci başladı. Bu süreç içinde savaşta Nazilere yardım etmiş sanayicilere de davalar açıldı. Bu sanayiciler ufak tefek cezalar alarak kurtuldu. Bu yeniden yapılanma döneminde, Almanların kandırıldığına dair bir görüş vardı. O dönemde ben, halkın kandırılarak bir suç işlemeye mecbur bırakıldığını değil, bir suça alıştırıldığını gördüm. Bence bu çok önemli bir ayrıntıydı. O günlerde şiirler yazıyor, resim yapıyordum. Yaptıklarımın politikayla ilgisi yoktu, ama Almanların halk olarak bir suç işlediğini gördüğüm zaman, ‘Teneke Trampet’i yazmaya başladım. Almanların suç işlemeye mecbur bırakıldığı konusunu değil, Almanların bilfiil suçlara katıldığı konusunu işledim. Bu bilinç bana sanatımı geliştirme olanağı verdi.
60’lı yıllarda, çocuklarım Fransa ve Hollanda’ya öğrenci olarak gittiklerinde, “Senin annen baban ne yaptı?” sorusuyla karşılaşıyorlardı. Yaşadıkları çaresizliği gördüm. O zaman kendi neslimin tecrübesini bir sonraki kuşağa nasıl aktaracağımı düşünerek, “Kendi çocuklarıma Auschwitz toplama kampını nasıl anlatabilirim?” sorusunu soran bir yazı yazdım. Bu yazı o zaman çok yankı buldu. Çünkü esas olarak şu soruyu soruyordum: Benim kuşağımın ve benden daha yaşlıların tanıklıklarını, deneyimlerini çocularımıza, torunlarımıza nasıl aktaracağız? Sanırım bu Türkiye için de çok önemli.
Tehlikesiz pek çok iş var. Memur olunabilir, başka şey olunabilir... Ama insan yazar oluyorsa, bunun riskli bir iş olduğunun farkında olmalı. Alman yazarlara, entelektüellerine de aynı şeyi söylüyorum: Yazarlık doğruları, gerçekleri söylemeyi gerektirir. Bunu yapamayacak olanların, bu işi yapmamaları lâzım. Yazar olan, ağzını açmak zorundadır. Bunu yapmazsanız, kendini ifade edemeyen insanların yerine konuşabilmek gibi bir imkânı kullanmamış olursunuz. Ayrıca, yazar kaybedenlerin tarafında olmak zorundadır. Tarih genellikle muzafferlerin tarihini anlatır ve bu bir boşluk doğurur. Bu boşluk edebiyatla doldurulabilir. Benim edebiyat anlayışım içinde, 17. yüzyılda yaşanan 30 yıl savaşlarını anlatan bir kitap beni çok etkilemiştir. Çünkü yazar, savaşı, ön plandaki emir verenlerin dilinden değil, savaşan insanların, mağdurların bakış açısından anlatıyordu. Yazarların, olayların yükünü çeken insanların tarihini yazmasını istiyorum. Çünkü tarih genellikle egemen sınıflar tarafından yazılır, bu tarih anlayışı sorgulanmalı. Egemenlerin tarihiyle yetinmemek gerekir.
Türkiyeli entelektüellere “elinizi taşın altına koyun” diyorsunuz...
Evet. Gençlere bilgi vermek gerekir. Belgeler ortada. Ayrıca, bu sadece yazarların değil, üniversite hocalarının görevidir. Öğrenciler bilmedikleri için ayıplanamaz, ama hocalar, öğretmen pozisyonunda olanlar öğretmekle yükümlüdür. Bunu burada üniversitede yaptığım konuşmada da söyledim. Öğrenciler, bu konunun halen bir tabu olduğunu söylediler. Ben de, bunun üzerine profesörlere bir çağrıda bulundum, “Sizler gençleri bilgilendirmek zorundasınız” dedim. Gerçekler ortada, belgeler ortada. Burada saklayacak bir şey yok. Ama galiba hocalar bu çağrıma pek de sıcak bakmadılar...
Almanya’da yaşananlardan yola çıkarak, yüzleşmenin genç nesillerde hangi duyguları ortaya çıkardığını anlatabilir misiniz?
Ne olduğu belirsiz bir suç kavramına ilişkin sorular sormaktansa, olayı anlayınca, bir sorumluluk bilinci oluşuyor. “Ben suçlu değilim, ama bu suçlar benden önce işlendi ve benzer suçlar bir daha işlenmesin” şeklinde formüle edebileceğimiz bir bilinç oluşuyor. Kürtler olsun, başkaları olsun, onlar için de benzer şeyler olmaması için bir sorumluluk duygusu gelişir. Gençler bir tavır almaya başlar bununla ilgili. Sorumluluk ve yükümlülük fikri gelişir.
Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan birkaç hafta önce Der Zor’a gitti ve oradan bir mesaj verdi. “Auschwitz Yahudilerin Der Zor’udur. Tarihi kronoloji bu gerçeği böyle ifade etmeyi gerektirir” dedi.
Bu soru bana daha önce de soruldu. Konunun, yani soykırım teriminin kullanılmasının ne kadar hassas olduğunu biliyorum. Türkler bu felaketin olduğunu kabul edip, bunu nasıl adlandıracaklarına kendileri karar vermelidir. Bu kararı vermek başkalarına düşmez. Ama evet, tarihsel kronolojiye baktığımızda, 20. yüzyılın ilk soykırımı Ermeni soykırımıdır.
Hitler’in Yahudi Soykırımı’yla ilgili hep alıntılanan bir cümlesi vardır: “Ermenilere olanları kim hatırlıyor ki...”
Evet, Hitler bunu herkes her şeyi unuttuğunda söylemişti. Bugün Türklerin başına gelen Almanların da yaşadıkları bir şey. Biz istediğimiz kadar “Nazi dönemi bitti, şimdi geleceğe bakalım, geçmişi bir kenara koyalım” desek de, ki bu kulağa hoş geliyor, geçmiş peşimizi bırakmaz. Almanya örneğine bakarsak, sürekli yeni bilgilere ulaşıyoruz. Yahudilerden sonra, Romanların yaşadıkları çıktı gün yüzüne, 1,5 milyon Roman öldürüldü Almanlar tarafından. Ardından köle işçiler konusu gündeme geldi. Milyonlarca Rus ve Ukraynalı köle çalıştı Almanya’da. Bunlardan çoğu öldü, bir çoğu ciddi sağlık sorunları yaşadı. Daha sonra tazminat konusu konuşuldu. Savaş döneminde köle işçileri sömüren ve bugün de hâlâ var olan endüstri kurumlarının tazminat ödeyip ödeyemeyeceği tartışıldı uzun süre.
Sizi temin ederim, Türkiye bundan kurtulamayacak. İstediğiniz kadar reddedin, “Böyle bir şey olmadı” deyin, bu konu hep önünüze çıkacaktır. Tarih hiçbir zaman insanların peşini bırakmıyor. Türkiye bu açıdan çok daha büyük bir suçun etkisi altında, bunu kavraması, tarihiyle hesaplaşması kaçınılmaz.
Size başka bir örnek daha vermek istiyorum. 1950’lerde, 60’larda bizim çocuklarımız da dâhil olmak üzere herkes, Amerikan kovboy filmleri seyrettiler. O filmlerde bazı Amerikalılar sürekli topluca birilerini öldürüyorlardı. Amerikan halkı, bu cinayetleri işleyenlerin, Avrupa’dan Amerika’ya dindar insanlar olarak gelen ve Kızılderilileri öldüren Amerikalılar olduklarını yeni anladı. Bu da bir çeşit soykırımdı, belki böyle adlandırmak gerekmiyor, ama en inançlı Hıristiyan duygularla yapılmıştı. İşte bu da Amerika’nın peşini bırakmayan bir öyküdür; Avustralya da keza… Bu geçmişten kurtulmak olanaksızdır.
Avrupa’nın olanlardan sorumluluğu olduğunu düşünüyor musunuz?
Siz soruyu Avrupa diye sordunuz, ama ben daha açık bir şekilde söyleyeyim: Almanya sorumludur. Alman genelkurmayı olanlardan haberdardı. Her şey Almanların bilgisi dahilinde oldu. Dolayısıyla evet, Almanya da sorumludur. O zamanlar Osmanlı ile Almanya müttefik olduklarından, kendi çıkarlarına zarar verebileceğinden, göz yumdular.
Avrupa’dan gelenlerin hepsi, ister entelektüel, yazar veya politikacı olsun, kendi ülkelerinin neden olduğu suçlar hakkında konuşmalıdır. Ben bunu Almanya bağlamında yaptım. Buraya bir Hollandalı geldiğinde, önce Hollanda’nın Endonezya veya diğer ülkeler üzerindeki, bir Belçikalı Kongo’daki, bir Fransız Cezayir’deki sömürgeci geçmişten bahsetsin; dünyanın dörtte birini kendi kolonisi olarak yöneten Büyük Britanyalılar da öyle. Böyle olursa, herkes önce kendi kapısının önünü süpürürse, yapılan eleştiri de daha kolay kabul edilir. Türklerin tarihiyle ilgili konuşmalar, eleştiriler de, o zaman daha inandırıcı olur. Tepeden bakılmamalı yani.
Almanya’nın yaşananlarda sorumluluğu olduğunu söylüyorsunuz. Peki, Alman siyasetçiler ya da Almanlar bu konuyla ilgili ne yapabilir ?
Türkiye’ye veya bir başka ülkeye gittiklerinde, ders verircesine konuşmamalılar, “Bunları, şunları, yanlış yapıyorsunuz” dememeliler. Başka bir konuyla ilişkilendirirsem örneğin, Alman politikacıların bir ülkeye gidip yolsuzlukla, rüşvetle mücadele etmeniz gerekir demelerini gülünç buluyorum. Almanya’da rüşvet, yolsuzluk ne durumdadır? Daha ince, rafine bir şekilde yapılmaktadır. Yani, başkalarına nasıl olması gerektiğini söylemek, her zaman biraz tepeden bakmaktır.
Alman politikacılardan, kendi sorumluluklarını hatırlamalarını, nasıl bir süreçten geçtiklerini, yaşadıklarıyla nasıl baş ettiklerini anlatmalarını beklerim. Ancak o zaman karşınızdakinin sizi dinlemesi mümkün olur. Örneğin okul kitaplarının nasıl gözden geçirilebileceğini anlatabilirler. Savaştan sonra gelişen barış süreci içinde, tarih bilinci meydana çıktıkça, ortaklaşa tarih yazımı önem kazandı. Son olarak Polonya’yla böyle bir süreç yaşandı. İki tarafın öğretmenleri bir araya gelip tarih kitaplarını beraber hazırladılar. Türkiye ile Ermenistan arasında da benzer bir girişimde bulunulması çok somut bir adım olabilir. Böyle bir çalışma büyük bir tartışma yaratır, bundan eminim. Ama bu şarttır.
Ayrıca, bu konuları sadece politikacılara da bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. Hepimizin bir şeyler söylemesi lazım. Sivil toplumun da bu işi üstlenmesi lazım. Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra sokaklara dökülen on binlerce kişinin de bu isteğin halkın içinden geldiğini gösterdiğini düşünüyorum. Ortak kitap hazırlamak da sadece politikacılara bırakılmamalı; ailelerin, çocuklarının gerçeği öğrenmesini istemesi lazım. Sivil toplum bunu gündemine koymalıdır.