Tarih Vakfı tarafından düzenlenen Perşembe Konuşmaları’nın 5 Mart’taki konuğu Nevzat Onaran oldu. ‘1915’in Şifresi: Emval-i Metruke’ başlıklı bir konuşma yapan Onaran’la, Ermeni Soykırımı’yla başlayan tasfiyeye dayalı ekonomi-politiğin sürekliliğini ve bu sürekliliği sağlayan kanunları konuştuk.
1915’le birlikte başlayan ekonomik tasfiye hangi kanunlara dayanarak yapıldı?
Emval-i metruke, sahipsiz mallar anlamına gelen bir tamlamadır. Hâlbuki Osmanlı bağlamında bu malların sahibi bilinmektedir, dolayısıyla 1915 özelinde devletin bir biçimde sahibinden zorla aldığı mal anlamına geliyor. 27 Mayıs 1915’te çıkarılan tehcir kanunuyla Ermenilerin kitlesel göçü başlar ve devamında 10 Haziran 1915’te Ermenilerin iskânına yönelik bir talimatname daha çıkarılır. Geriye kalan mallardan menkul olanları hemen satılır, gayrimenkul olanlara ise devlet el koyar. Bunların bir kısmı, muhacirlere dağıtılırken, pek çok yerde de adeta kapanın elinde kalır. Bunu oluşturan mevzuatın üç resmi dayanağı var. Birincisi, 30 Mayıs 1915 tarihli Meclis-i Vükela, yani hükümetin kararı. İkincisi, 10 Haziran 1915 tarihli talimatname. Üçüncüsü de, kısaca adı Tasfiye Kanunu olan kanundur. Bunların birincisiyle mallar emval-i metruke kabul edilir, ikincisiyle malların yağması gerçekleştirilir, üçüncüsüyle de bu mallar yeni sahiplerine tapulandırılır. Tasfiye Kanunu, bunlar içinde en önemli olanıdır.
Neden Tasfiye Kanunu en önemli olanı?
Çünkü bu kanun, Osmanlı’nın, içinde bulunduğu harici harbe eklediği dâhili harp veçhesinin son aşamasıdır. Dâhili harpte karşısında olanlar ise kendi devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olanlardır. Önce Ermeni erkeklerinden 20 ile 40 yaş arasındakiler Seferberlik Kanunu’yla askere alınır; ondan sonra bir biçimde, 24 Nisan 1915’te önemli entelektüelleri hapse alır ve bir kısmını öldürür. Sonrasında geriye kalanları da yerlerinden yurtlarından eder. Yani geriye kalan ahali için açıkça “Bunlar ihanet etmiştir, düşmandır” deniyor. Talat Paşa’nın Şubat ayında gönderdiği şifreli telgrafla bu durum resmileştiriliyor. Dolayısıyla Ermeniler, açıkça dâhili harpte karşı taraftaki unsur olarak görülüyor. Bu ortamda Tasfiye Kanunu, bu harbin son aşamasıydı. Zaten kanunun 1. maddesi, açıkça sürülen insanların mallarının tasfiye edileceğini belirtir. 2. maddesinde sürülen bu insanların malına devlet tarafından el konulur; 6. maddede de, bu işi yürütmesi için bir komisyon kurulur. 1915’te kurulan mülksüzleştirme sistemi bu kanunla katmerlenir.
Ankara’nın İstanbul hükümetine karşı temel kadrosunun İttihatçılardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden, Ankara’daki Meclis’te emval-i metruke meselesi birçok kez gündeme geliyor.
Bu kanunların devamlılığından söz edebilir miyiz?
1918’de sürgün edilenlerin geri dönebileceğine dair bir kararname çıkarılıyor. Osmanlı’nın savaşta yenilmesinin etkisiyle, 8 Ocak 1920’de İstanbul hükümeti yeni bir kararname yayınlıyor. Bu kararnameyle, Tasfiye Kanunu’nu esas alarak yapılan tüm işlemler geçersiz kılınıyor. Geçilen yeni sistemle, malına el konulan veya malı satılanların zararının karşılanmaya çalışılacağı belirtiliyor. Aynı dönemde Anadolu’da Milli Mücadele’yi yürütecek olan hareket güçleniyor. Ankara’da daha sonra hükümet kuracak olan oluşum, o sırada kendisini Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olarak tanımlıyor. İktidardan düşen İttihatçıların hepsinin bu cemiyete üye olduklarını da biliyoruz. Bu anlamda, Ankara’nın İstanbul hükümetine karşı temel kadrosunun İttihatçılardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden, Ankara’daki Meclis’te emval-i metruke meselesi birçok kez gündeme geliyor. 20 Nisan 1922’de de bu anlamda ilk kanun çıkarılıyor. Kurtarılmış bölgelerde bulunan emvalin ne yapılacağını karara başlanıyor. Fakat tarihe dikkat edelim. O dönemde çok da fazla kurtarılmış bölge yok. Bu kanun uyarınca deniyor ki, eğer geri dönen olursa, malı iade edilecektir. Fakat bu maddeye malın o kişiye ait olduğunun mahkeme kanalıyla tespiti şerhi düşülüyor. Yani işi bayağı zorlaştırıyorlar.
Cumhuriyet rejiminin el koymaya yönelik kanunları ne zaman çıkarılıyor?
Sonrasındaki ilk düzenleme ise İzmir’in ele geçirildiği 9 Eylül 1922’den sonra yapılıyor. Hemen 5 gün sonra, İstanbul hükümetinin 8 Ocak 1920’de çıkardığı kanun önce gizli, sonra açık celseyle yürürlükten kaldırılıyor. Böylece Tasfiye Kanunu uyarınca yapılacak uygulamaların önü açılıyor. Ondan sonraki süreçte, Tasfiye Komisyonu’nun oluşumuyla ilgili nizamname, 31 Ekim 1922’de değiştiriliyor ve komisyonun yerel eşraftan oluşmasına ağırlık veriliyor. 15 Nisan 1923’e geldiğimizde, emval-i metrukeyle ilgili kapsamlı bir kanun çıkarılıyor. Bu kanunla 1915’te çıkarılan kanun yenileniyor ve çok kritik bir noktada kapsamı genişletiliyor. Emval-i metruke olarak nitelenen malların kapsamı, sürülen kişiye ait olmasına ek olarak, kaybolan, ayrılan, yabancı bir memlekete gitmiş olan ve hatta İstanbul ve çevresine gitmiş olanların mallarını içerecek şekilde genişletiliyor. Hatta bu maddenin İstanbul’la ilgili kısmına itirazlar yükselince, yapılan oturumda Maliye Bakanı Hasan Fehmi, Müslümanların mallarına dokunulmayacağı garantisini veriyor. Böylece kanun, 1915’tekinden bile sorunlu hale getiriliyor ve devletin el koyabileceği malların niteliği çoğaltılıyor. Bu sayede, devlet Ermenilerin mallarına önce el koydu, sonra yağmaladı, en son tapulandırdı.
Lozan, 24 Temmuz 1923’te imzalanır, fakat Lozan’ın yürürlük meselesi yine de sorunlu kalır. Bu sorunu çözmek için de 13 Haziran 1926’da bir kararname kabul edilir ve Lozan’ın yürürlük tarihi, 6 Ağustos 1924 olarak belirlenir.
Lozan’ın bu denklemdeki yeri nedir?
Biliyorsunuz, Lozan, Cumhuriyet kurulmadan 24 Temmuz 1923’te imzalanır, fakat Lozan’ın yürürlük meselesi yine de sorunlu kalır. Bu sorunu çözmek için de 13 Haziran 1926’da bir kararname kabul edilir ve Lozan’ın yürürlük tarih, 6 Ağustos 1924 olarak belirlenir. Hâlbuki Lozan, Meclis’te 23 Ağustos 1923’te onanmıştı. Bunun da ötesinde, bu tarihin 1926’ta belirlenmesi bile bu işin içinde bir şeyler olduğunu gösteriyor. Hâlbuki 15 Nisan 1923’teki Emval-i Metruke Kanunu’nun Lozan’ın imzalanmasıyla yeniden düzenleneceği konuşuluyor, fakat bu da böylece uygulanmamış oluyor. Aynı zamanda, 6 Ağustos 1924’e kadar bu kanun kapsamında yapılan uygulamalar meşrulaştırılıyor.
Cumhuriyet döneminde bu tarz başka kanunlar var mı?
20’ler boyunca, emval-i metrukenin el değiştirmesini teşvik edecek birçok düzenleme yapılıyor. Bu konuda, 1934’te çıkarılan İskân Kanunu’nu da çok önemli. Bu kanunla, nerede kimlerin yaşadığının haritası çıkarılıyor. Bu harita, Türk kültüründe olan ve olmayan veya anadili Türkçe olan ve olmayanlara göre şekillendirilir. Zaten kanunun gerekçesi de medenileştirme ve asimilasyondur. Kanunun 2. maddesinde, Türklerin yaşayacağı, asimile edileceklerin yaşayacağı ve yasak bölgeler belirlenir. Dersim’deki kırım da bu belirleme üzerine yapılır. Türkçü şahlanmanın sürdüğü dönemde, kanunun maddelerine de bu sirayet etmiştir.
İlk sermaye, var olan ülke içi sermayenin fiilen şiddet kullanarak transferiyle oluştuğu için, Türkiye’nin kendine ait 100 yıllık bir markası yok.
Cumhuriyet döneminin sermaye birikiminin bu mallar üzerinden büyüdüğü çok temel bir argüman. Bunu açıkça doğrulayabiliyor muyuz?
İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası’nın 1931 veya 1932 tarihli ‘Odanın 50 Yılı’ isimli bir kitap var. Bu kitapta, 1880’lerin başında, ekonomide var olan 31 sektörün 4’ünde Türklerin, 27’sinde gayri-Türklerin etkin olduğu yazıyor. Aynı şekilde, 1973’te Devlet İstatistik Enstitüsü’nün Cumhuriyet’in 50. yılı vesileyle çıkardığı kitapta ise 1914 yılı ekonomik verileriyle ilgili olarak, Müslüman Türklerin ekonominin yüzde 15’ine, Rumların yüzde 50’sine, Ermenilerin yüzde 20’sine, Yahudilerin yüzde 5’ine ve yabancıların da yüzde 10’una sahip olduğu yazılmış. 1915’te dâhili harbin başlatılmasıyla, bu ekonomik durum tamamen tersine çevriliyor. 1915’le Ermeniler, 1924 Mübadelesi’yle Rumlar, 1930’larda da Yahudiler ve yabancılar tasfiye ediliyorlar. Bu sayede, ekonomide dinen Müslüman, etnik olarak Türk’ün önü açılıyor. Bunu 20’lerde çıkan gazete yazıları da doğrular. Harp ortamının ekonominin Türkleştirilmesinde faydalı olduğu söylenir. Bunu Türkiye’nin endüstrileşememesine de bağlayabiliriz. İlk sermaye, var olan ülke içi sermayenin fiilen şiddet kullanarak transferiyle oluştuğu için, Türkiye’nin kendine ait 100 yıllık bir markası yok veya 100 yıllık şirketlerin sayısı bile çok kısıtlı.
Ülkedeki büyük sermaye grupları için de bu bahsettikleriniz geçerli, fakat bu durumu net olarak ortaya koyacak belgeleri görebiliyor muyuz?
Çankaya Köşkü’nün el değiştirmesi tartışılırken, Kasapyan ailesinden Edward Çuhacı, Nisan 2007’de Agos’a bir mektup yollamıştı. O mektupta, Koç ailesinin Keçiören’de kendilerine ait bağ evinin şimdiki sahibi olduğunu da yazıyordu. Fakat şirketler bazında ciddi bir araştırma yapmak gerekirse, Ticaret Odaları’nın kayıtlarına bakmak gerekir. Ancak orada bile çok zor bulunacaktır. Bu anlamda, İzmir Ticaret Odası, bu kayıtları yayımladı. Oraya baktığınız zaman, “A şirketinin getirdiği emval-i metruke kefaleti kabul edilmiştir” gibi kayıtlar var. Burada kastedilen de şu: şirketin üzerine kayıtlı emval-i metrukeler şirketin sermayesinden sayılacağı için, bu belgeyi göstererek ait oldukları şirket sınıfının belirlenmesini sağlıyorlar.
Ekonomide devletin yönettiği el değiştirme politikası, çok partili rejimle veya başka bir siyasi kırılmayla birlikte değişiyor mu?
Bence bu politika, İttihat-Terakki’den bugüne kadar Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiğinin sonucudur. Bu politika, devletin temel programıdır. Millet olarak Türk ve dinen Sünni olmayan her kesim hedef alınmıştır bu programa göre. Bu programdan da hiçbir dönemde sapma olmamıştır. Cumhuriyet döneminde çıkarılan Emval-i Metruke Kanunu’nun 1988 yılına kadar geçerli olması bunun sonucudur. Özal tarafından, sanırım artık Hıristiyanların ‘tehdit’ arz etmeyecek kadar küçülmesiyle birlikte, bu kanun yürürlükten kaldırıldı.