‘Roboskî: Gençler Öldü’ kitabı yeni çıkan gazeteci Frederike Geerdink ile devlet politikasının kimlik mücadelelerine karşı yürütülen devlet politikalarından son siyasi gelişmelere kadar pek çok konuda söyleştik.
2006’dan bu yana Türkiye’de yaşayan ve Diyarbakır’da yerleşik tek yabancı gazeteci olan Fréderike Geerdink, aylarca birlikte yaşadığı Roboskî’deki ailelerin maruz kaldığı katliamı ‘Roboskî: Gençler Öldü’ başlığıyla kitaplaştırdı. İletişim Yayınları’ndan çıkan kitap, bu büyük katliam ekseninde Kürt meselesinin tarihine, Geerdink’in kişisel yüzleşme hikâyesine de bir yolculuk niteliğinde. Geerdink ile devlet politikasının kimlik mücadelelerine karşı yürütülen devlet politikalarından son siyasi gelişmelere kadar pek çok konuda söyleştik.
Türkiye’nin siyasi sahnesi benzersiz bir özelliğe sahip. Çoğunlukla ima edilenlerin altında gizli mesajı anlamak durumunda kalıyoruz. Siz bu dinamikleri nasıl takip edebiliyorsunuz? Ülkenin ruhuna nüfuz etmek için hangi engelleri aşmanız gerekiyor?
Türkiye’ye ilk geldiğimde bu kitabı yazamazdım. Ülkeyi hiç anlamıyordum ve dürüst olmam gerekirse, bu durum geceleri uykumu kaçırıyordu. Ancak Aralık 2006’dan bu yana Türkiye’de yaşadığım bütün yıllar içinde bizatihi yaşayarak ve farklı hayat yollarında yürüyen insanlarla konuşarak çok şey öğrendim. Sadece Amed/Diyarbakır/Digranagert’e değil Türkiye’nin her yerine gittim. Sadece Kürtlerle ve Türklerle değil, farklı siyasi çizgidekilerle de konuştum.
Zamanla benim ‘Batı tarzı’ telakki edilen insan hakları yaklaşımımın, bunu emperyalist bir şey olarak gören bazı Türklerin aksine, Türkiye için de uygulanabilir olduğunu anladım. İnsan hakları kimlikle bağlantılıdır ve Türkiye’de de dünyada da herkes sürekli değişen dengeler içerisinde pek çok kimliğe sahip. Ancak bütün kimliklerinizi yaşar ve ifade edebilir halde olursanız özgürce yaşıyorsunuz demektir.
Türkiye konusunda en çok şeyi baskı altına alınan topluluklardan öğrendim. Ancak aynı zamanda bazı baskı gören topluluklara mensup insanların da ülkelerine dair çok şey öğrendiklerini düşünüyorum. Bir keresinde İstanbul’da bir meslektaşımla konuşuyordum. Kemalist bir ailede büyümüştü ancak devlet ve Kemalizm konularında son derece eleştireldi. Ben de nasıl olup da kendisinin böyle olabildiğini sorduğumda bana şöyle dedi: ‘Ben biseksüelim. İnan, bu şekilde bu ülkedeki dinamikleri öğreniyorsun. Benim için çok aydınlatıcı oldu.
Yeni çıkan kitabınız ‘Roboskî: Gençler Öldü’ sadece rapor ve doğrudan görüşmelere dair bir tanıklığı değil, sizin Kürt meselesi ve devlet politikaları ile yüzleşme sürecinizi de anlatıyor. Devletin ve Genelkurmay’ın bütün sansür çabalarına karşın Roboskî çok güçlü bir simgeye dönüştü. Roboskî’nin ‘farkındalık’ konusunda bir dönüm noktası olma sebebi nedir?
Farkındalık açısından bir dönüm noktası olup olmadığından emin değilim. Kürtler zaten devleti biliyordu ve devletin gerçek yüzünü görmek istemeyen insanlar Roboski dolayısıyla gözlerini açmadı. Birden fazla kez, öldürülen bu insanların zaten PKK yandaşı olduklarını yoksa PKK güzergâhında ne işleri olduğunu söylediklerini duydum. Elbette PKK yandaşı değildiler, çoğu aslında korucuydu ya da korucularla bağlantılıydı. Dolayısıyla birilerine destek vermeleri söz konusu olsa devlet destekçisi olurlardı, bunu da isteyerek değil zorla olurlardı.
Her halükarda, Roboskî, devletin zalimliğinin, insan hayatına zerre önem vermeyişinin simgesine dönüştü. Ancak Türkiye’de birçok insan ancak ülkedeki özgürlük eksikliği kendi hayatlarını etkilemeye başladığında gözlerini açıyor. Bu durumu Gezi örneğinde de gördük. Protestocuların çoğu Gezi direnişi öncesinde hiç de politik insanlar değildi ve bir anda şiddet üzerinden devletin gerçeklerine aydılar. Bu nedenle durum biraz karmaşık: Bir yandan Türkiye’de insanların devletin katledici karakterine gözlerini açmalarını istiyorum ama aynı zamanda diğer yandan hiç kimseye böyle hoyrat, böyle şiddete dayalı bir uyanış dilemiyorum.
Kitabınızda pek çok etkileyici kadın ve sizin onlarla kurduğunuz özel bağ dikkat çekiyor. Bu kadınların durumunu genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kitabımdaki en önemli kadın Pakize. Şu an 31 yaşında ve 5 çocuğu var. Eşi Osman katliamda hayatını kaybetti. Katliamdan sonraki psikolojik sorunlarının mide ağrısı gibi fiziksel belirtileri de vardı. Şimdi bütün ailesine tek başına bakmak zorunda ancak elbette akrabaları ve diğer köylülerden çok büyük destek görüyor. Katliamdan sonra bir banka hesabı açması da gerekti çünkü bazı sivil toplum kuruluşları kendisine yardım etmek istiyorlardı ve ailenin iki yakayı biraraya getirmesi için maddi katkıda bulunmak isteyenler vardı. Ona yeniden evlenmeyi düşünüp düşünmediğini sordum ama hayır, bir daha evlenmek istemediğini söyledi. Osman’la çok mutluymuş, çok gençken evlenmişler ve çok iyi bir evlilikleri varmış.
Çocukları, iki oğlu, üç kızı da onun için çok önemli. Nasıl büyüyeceklerini merak ediyorum ve Roboskî’ye önümüzdeki yıllarda da gidip çocukların hayatlarına nasıl devam ettiğini görmek istiyorum.
PKK lideri Öcalanla doğrudan görüşmelerin sürdüğü bir dönemde, ‘terör örgütü propagandası yapmak’ iddiasıyla size de dava açıldı. Bu çelişkili durumu nasıl değerlendiriyorsunuz ve siz verilen ‘mesaj’ ne?
Aslında burada bir çelişki yok. Bana açılan dava, bir kez daha hükümetin bu barış süreci denen meselede ciddi olmadığını gösteriyor. Sürmekte olan müzakereler yok, sadece birbirileri ile konuşuyorlar ve biz aslında halen esas müzakereleri bekliyoruz. Bu nedenle ben buna barış süreci değil, ateşkes diyorum. Ateşkesi de canı gönülden destekliyorum, çünkü ateşkes başlayalı beri hiçbir asker ya da PKK gerillası hayatını kaybetmedi ve bu da müthiş bir şey. Ancak bir düşünelim, 2013 Newrozu’ndan bu yana kaç sivil devlet tarafından öldürüldü. Bugünlerde Berkin Elvan’ın ölümünün birinci yılını anıyoruz. Ve güney doğuda çoğu genç en az otuz insan devlet tarafından öldürüldü.
Bana yönelik mesajın ne olduğundan emin değilim: Evine git (Ben zaten evimdeyim, bu yüzden hiçbir yere gitmiyorum), yazmaktan vazgeç (Bunu yapmayacağım) ya da Kürt mücadelesini düzgün bir şekilde anlatma (Bunu da yapamam, çünkü bu benim mesleğim ve işimi seviyorum). Belki de sadece gözdağı vermek istiyorlar. Bu konuda başarısızlar, korkmuyorum.
‘Kürtler de Ermeniler de kararlı’
Kimliğin önemini ve kimlik reddinin ne kadar dehşet verici olduğunu sıklıkla vurguluyorsunuz. İnkâr daha çok Ermeni Soykırımı ve Kürt halkının varlığının, kollektif haklarının reddedilmesi ile ilgili. Türkiye devletinin bu iki çıkmazı arasındaki bağlantı sizce ne?
Ermenilerin ve Kürtlerin durumu Türkiye devletinin temellerini mükemmel bir şekilde açıklıyor. Dayatılan Türk kimliği hem kapsayan hem dışlayan bir özellikte. Türklere karşı yürütülen politika her zaman zorla kapsayan bir nitelikte oldu: bizden biri olmak zorundasın. Türk olmak zorundasın be bunun gerekçesi Kürtlerin de Müslüman olması. Ermenilere yönelik politikaysa bariz bir biçimde dışlayıcı oldu: Müslüman değilsiniz bu durumda asla bizim bir parçamız olamazsınız. Bu da sadece Varlık Vergisi gibi somut uygulamalarla değil, Ermenilere hain ve içimizdeki düşman olarak tasvir eden psikolojik savaş yoluyla hissettirildi.
Bunları Hrant Dink’in öldürülüşünden sonraki günlerde öğrendim. O öldürüldüğünde henüz Türkiye’deki ilk ayımdı. Agos’un önünde günlerce durdum, pek çok Ermeniyle konuşarak Türkiye muhabiri kimliğimle ilk kapsamlı dosyalarımdan birini hazırladım. Bu acı karşısında o kadar etkilenmiştim ki ve konuştuğum insanlar Türkiye’de Ermenilerin durumunu açıklamakta o kadar iyiydiler ki bu benim için hızlandırılmış kurs gibi oldu. O günleri hatırladıkça hâlâ tüylerim diken diken olur.
Ancak Kürtler de Ermeniler de bu politikaları daha fazla kabul etmemeye kararlı. Hrant Dink Ermenileri daha fazla görünür kılmak, kendilerini gösterme konusundaki korkularını bertaraf etmek konusunda çok şey yaptı. Kürt hareketi de aynısını Kürtler için yaptı. Her iki toplum da insanları değil devleti merkeze alan bu devlet sistemini kırmak konusunda çok büyük katkılar sundu. Ben de bunun bir gün demokratik bir Türkiye gibi mükemmel bir sonuca götüreceğini umut ediyorum. Bu noktaya ulaşıldığına, Türkiye’de baskıya uğrayan LGBTler, Aleviler, Araplar, Süryaniler ve daha pek çok topluluk da temel insan haklarına kavuşmuş olacak. Ve sonra unutmayalım ki, Türkler de kendi demokratik haklarına sahip olmuş olacak.