Gazeteci Filiz Yavuz, Can Yayınları’ndan çıkan ‘Beni Akkuyularda Merdivensiz Bıraktın’ kitabıyla hem nükleer enerjinin ABC’sini derli toplu bir şekilde aktarıyor, hem de Türkiye’de nükleer enerji tartışmalarının güncel seyrini kayda geçiriyor. Kitabı konuşmak için bir araya geldiğimiz Yavuz, özellikle kaza riski ve atık sorunu konusunda bir çözüme ulaşılmamış nükleer enerjinin en başta yaşam hakkı üzerinden tartışılması gerektiğini söylüyor.
Kitabınızın bittiği Eylül ayından sonra, Akkuyu nükleer santral projesi kabul edildi; Mart’ta da temelinin atılacağı söyleniyor. Bu kadar hızlı olması bekleniyor muydu?
İşler biraz karışık. Rusya’nın Akkuyu’yu yapacak parası yok. ÇED raporunun pek çok açığı var, uluslararası kredi kuruluşlarının projeye para verip vermeyeceği de belli değil. Santralin 2019’da biteceği söyleniyor. Ama 4 yılda üretime başlayacak reaktörün güvenliğini tamamen sağlayabilmek, pek olanaklı görünmüyor. Santrali inşa edecek olabilirler, ama onu çalıştıramayacaklar bence.
‘Yaşanan her kaza nükleer kaza riskini daha da arttırıyor'
Kitabınızda nükleer enerjiyle ilgili çözülmemiş iki temel sorun olduğundan bahsediyorsunuz: kaza riski ve atık sorunu.
Evet. Kitaptaki temel önerim, bugüne kadar bize tartıştırılan istihdam, dışa bağımlılık, ucuz enerji gibi argümanları bir kenara bırakmak. Bu meseleyi, yaşam hakkı üzerinden tartışılmalı diyorum. Kaza riski, bilim insanlarının da söylediği gibi, hiçbir koşulda sıfırlanamıyor. Üstelik yaşanan her kaza, kaza riskini daha da arttırıyor. Zaten kazalar, kaza risk hesaplarında hesap edilmemiş nedenlerden kaynaklanıyor. Örneğin, 2011’de Fukuşima’daki kazanın nedeni, tsunami olarak açıklandı. Olası tsunami dalgasının yüksekliği 6 metre olarak hesaplanmıştı, fakat 14 metrelik dalga geldiği için kaza oldu.
Risk, iddia edildiği gibi çok düşük değil. Özellikle Türkiye’de nükleer riski, siyasetçilerin tüp gazla, uçakla kıyaslama eğilimi var ki, bu doğru bir kıyas değil. Eğer düşme riskini alıp bindiğim uçak düşerse, benim aldığım riskten dolayı kimse ölmez, sadece ben ölürüm. Hâlbuki, kaza riskini aldığım santralın kurulması kararını verdiğimde, eğer o santralde işler ters giderse, bundan sadece ben etkilenmem. Üstelik kazadan sadece büyük olanları da anlamamalı, küçük sızıntılar, mesele şeffaf olmadığından açıklanmayan küçük kazalar da var. Düşük de olsa sürekli maruz kalınan radyasyon da tehlike nedeni.
‘Dünya nükleer atıklara çözüm bulamadı’
Peki, atık meselesine bulunmuş bir çözüm var mı?
Hayır, dünya nükleer atıklara henüz bir çözüm bulamadı. Birinci derece nükleer atıklarda, yarılanma ömrü 250 bin yıl olan izotoplar var. Yani bunlar, 250 bin yıl boyunca radyasyon yaymaya devam edecek. ABD, uzaya gönderme, okyanusa gömme gibi fikirler ortaya attı. Almanya tuz madenine atıkları gömmek için çalışmalarını sürdürüyor, ama ASSE II tuz madeninde çökme yaşandığı için, nükleer atık içeren 300 varil kayıp. Demokratik addettiğimiz ülkelerde bile bu mesele karanlık sularda ilerliyor kısacası.
Akkuyu nükleer santralinin atık sorunu için ne planlanıyor?
Türkiye ve Rusya arasında 2010’da imzalanan uluslararası anlaşma, atık sorununun ikinci bir anlaşmayla belirleneceğini söylüyor. Bu anlaşma ise henüz yapılmadı. Akkuyu NGS’nin Genel Müdürü Alexander Superfin, bir televizyon programında, birinci derece atıkları yakıt üretmek üzere Rusya’ya götüreceklerini söyledi. Hangi güzergâhla, nasıl götürecekler, bilmiyoruz. Ayrıştırmadan sonra geride kalacak atıklar, Türkiye’ye geri mi gönderilecek, bilmiyoruz. Türkiye’de kalacak ve ortalama ömrü 100 yıl olan orta dereceli atıklar, nereye gömülecek, onu da bilmiyoruz.
Olası bir kaza durumunda sorumluluk kimde olacak?
ÇED raporu, nükleer kaza durumunda ortaya çıkacak zararın sorumlusunun kim olacağı sorusuna cevap veremiyor. Rosatom’un Türkiye’deki temsilcisi Akkuyu NGS şirketinin büyük bir sermayesi yok. Olası bir kaza durumunda mesele şirket sermayesi ile sınırlı olduğu için Akkuyu NGS, hukuki sorumluluğu almayacak. Kaldı ki, şirket iflas etse kim ne diyebilir ki?
‘Avrupa ülkelerinde Metsamor’un maddi yardımla kapatılması önerisi var’
Ermenistan’ın enerji ihtiyacını karşılayan Metsamor Nükleer Santrali, Türkiye’deki tartışmanın da önemli bir aktörü. Bu konuya nasıl bakılıyor?
Metsamor, hem nükleer karşıtları, hem de nükleer savunucularının kullandığı bir argüman. Nükleer karşıtları, meseleye dünya ölçeğinde baktığı için karşı çıkıyor ve Metsamor’un tehlikeli olduğunu söylüyorlar. Nükleer taraftarlarının ise bir kısmı “Riskten dolayı Türkiye’de nükleere karşı çıkmak anlamsız, zira dibimizdeki Metsamor ile o risk zaten hep var” gibi bir argüman kullanıyor. Avrupa ülkelerinde, Ermenistan’ın elektrik ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan bu santralin, maddi yardımı da içeren bir program çerçevesinde kapatılması önerisi var. Türkiye ise bu santralin kapatılmasına yönelik şimdiye dek ne bir program sunmuş ne de siyasi bir girişimde bulunmuş durumda.
‘Nükleer karşıtı hareketin tek işi, yenilenebilir enerji propagandası yapmak olmamalı’
Akkuyu ve Sinop’a gittiniz. Yerelde nükleer santrallere bakış nasıl?
Mersin’de ciddi bir nükleer karşıtlığı söz konusu. Santralin yapılacağı Büyükeceli içinse bunu söyleyemeyiz. Nüfusun 3.000’den 300’e düştüğü köyde, insanlar 40 senedir nükleer meselesiyle yaşıyorlar. Bıkmışlar. İşsizlik yüksek olduğu için istihdam söylemi burada karşılık buluyor. Sinop’ta da işsizlik büyük bir sorun. Japonya’yla yapılan anlaşma sonrası, Sinop Valisi, 15 bin kişiye iş verileceğine dair bir açıklama yapmıştı. Bu açıklama sonrasında konuştuğum hemen hemen herkes, “Santral zararlı ama gelsin, işe gireceğiz” diyordu. Sinop’a kitap için ilk gittiğimde insanlarda, “Mücadele ettik, olmadı” havası yaygındı. Ama ikinci gidişimde, insanları daha mücadeleci gördüm. Hem Büyükeceli’de, hem Sinop’ta “Karşı çıksak ne olacak, bize soran, bizi dinleyen yok ki” havası hâkim. İnsanlar, kendi yaşamlarıyla ilgili karar verememe, kendilerine sorulmama hâlini kabullenmiş görünüyorlar. Bir de Akkuyu’da olduğu gibi, ‘termik mi, nükleer mi’ gibi bir ikileme sürükleniyorlar.
Kitapta nükleer karşıtı harekete de, iktidar söyleminin dışına çıkamadıkları gerekçesiyle eleştiri getiriyorsunuz.
Muhalefetin sınırlarını AKP hükümeti belirliyor. Nükleer enerji ucuzdur, istihdam yaratır, dışa bağımlılığı azaltır gibi iktidarın sunduğu çeşitli argümanlar var. Örneğin, ezelden beri nükleer meselesi hep ihtiyaç üzerinden tartışılır, hep elektriksiz kalmamızın an meselesi olduğu söylenir. Buna karşılık, nükleer karşıtları elektriğe ihtiyacımız yok der. “Var”, “Hayır, yok” şeklinde süren kısır bir tartışma. Bu kısır tartışma, bütün argümanlar için geçerli ve bu tartışma egemenlerin işine geliyor. Elbette nükleer karşıtları, bu argümanlara kafa yormasınlar demiyorum. Ama nükleer karşıtı hareketin yönünü, bu argümanlar belirlemesin. Nükleer karşıtı hareketin tek işi, nükleere alternatifler üzerine kafa yormak, yenilenebilir enerji propagandası yapmak olmasın. Örneğin, Sağlık Bakanlığı bütün yurttaşlara bir aşı vuruyor diyelim ki ve kullandığı aşının riskleri var. Bu aşıya karşı çıkarken, bakanlığın bize “Madem istemiyorsun, alternatifini bul, bulana kadar bu aşıyı olacaksın” demesi ve bu aşı karşıtlarının da diğer aşıyı savunması gibi bir şey bu. Yani nükleer lobiye karşı çıkalım da, rüzgâr lobisi için mi çalışmış olalım? Aşı olmayı gerektiren hastalığın kökünü kazımak, belki de en doğrusudur.