Türkiye'nin sınırları dışındaki tek toprağı olan ve Suriye içerisinde yer alan Süleyman Şah Saygı Karakolu ve Türbesi’nin, “güvenlik riski nedeniyle” Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 21 Şubat Cumartesi akşamı başlattığı operasyonla tahliye edilmesinin ardından, gözler türbenin kurulacağı açıklanan Eşme bölgesine çevrildi. Ankara tarafından “ecdat mirası”nın taşınacağı duyurulan bölge, 100 yıl önce Ermeni Soykırımı’nda tehcir hattının üzerinde bulunuyordu.
1915’te hem Urfa, hem de Birecik’ten Cerablus’a, oradan da Der Zor’a giden kafilelerin güzergâhında olan Eşme bölgesi, Türkiye ve Suriye’nin arasında çizilen sınırla birbirinden ayrıldı. Türkiye’deki Eşmeler Köyü Muhtarı Suphi Yavuz’un ataları da sınır çizilmeden önce Suriye tarafında yaşayan ailelerden. 1910 doğumlu dedesinin ailesiyle, cumhuriyetin ilan edildiği Türkiye’ye geçtiğini anlatıyor. Yavuz, bölge halkının hafızasında Ermenilerle ilgili hep olumlu düşüncelerin yer aldığını belirtiyor: “Ermeniler hep çok zeki ve çalışkan olarak anılırlar; bir de ne kadar güvenilir oldukları anlatılır. Bölgenin yaşlıları, Birecik’e bağlı köylerinin olduğunu söylerler.” Suphi Yavuz, Ermeni nüfusun nasıl yok edildiğinin halk tarafından dile getirilmediğini de ifade ediyor.
Ancak, Ermeni Soykırımı tarihinde, Birecik ve çevresi önemli bir yer tutuyor. Ermeni Soykırımı’ndan kurtulanların hatıralarını derleyen Verjine Svazlian’a konuşan Nıvard Şirinyan, 5-6 yaşındayken 1908 yılında Birecik’ten geçenler arasındaydı: “Katliamdan önce biz Tokat’ta yaşıyorduk, çok zengindik, her şeyimiz vardı. Önce erkekleri götürüp, bir daha geri getirmediler. Onların hepsinin boğazlandığını duyduk… Kırkız’dan, Malatya’dan, Birecik’ten geçtik, Carablus’a vardık. Halep’e ulaştık, orda amcamın iki evladı öldü.”
Bazıları için Birecik, tehcir hattındaki bir durakken, bazıları içinse hayatlarının dönüm noktasıydı. 1912 yılında Sivas doğumlu Toros Petrosi Tercanyan gibi: “Fırat Nehri yakınında bulunan Birecik kenti kampında, birkaç ay kaldık. Annem bir gün kalabalıklar arasından çeşmeye ulaşmak için yol açarken, bir Türk asker tüfeğinin sapıyla başına kuvvetle vurdu. Annem birkaç gün sonra öldü. Ben, sevgili annemin bedenini kucakladım ve günlerce onu bırakmak istemedim.”
15 yaşında sürgüne giden, 1900 yılında Antep’te doğan Hakob Cırcıyan ise kafileden kaçmak isteyen Demirci Artin’in Birecik’te öldürülüşünü anlatıyordu: “Keşke kör olsaydım da şu gözler, o dehşet verici manzaraları görmeseydi. Yayan olarak Homs-Hama’ya vardık… Çocukları ve kadınları ise ellerini ayaklarını bağlayıp, boğazlamak için Fırat kıyısına dizmişlerdi. O sürgünlerden biri, Demirci Artin ellerindeki zincirleri kırdı, kendini suya attı, suyun dibinden yüzerek Birecik’e vardı… Ama Dacikler, Artin’i yedi kurşunla öldürdüler.”
Tarihçi Raymond Kevorkian, ‘Ermeni Soykırımı’ kitabında, kuzey bölgelerindeki Ermenilerin sürgünün birinci güzergâhı olan Urfa ve Birecik hattında, kaybın büyük olduğunu belirtiyordu. Kevorkian’a göre, bu rotada yer alan nüfusun sadece yüzde 20’si (yaklaşık 130 bin kişi) Suriye çöllerine ulaşabilmişti.
Almanya'nın Halep Konsolosu Walter Rössler de yazdığı raporlarda, Birecik’in Fırat kıyısında, soykırım kurbanlarıyla ilgili ayrıntılı bilgiler veriyordu: “17 Temmuz’da bilgilendirdiğim gibi, daha önce de ifade edilen Fırat üzerindeki cesetlerin varlığı, Rumkale, Birecik, Cerablus’ta, yirmi beş gün boyunca göründü. Bütün cesetler, ikişer ikişer ve sırt sırta aynı şekilde bağlanmışlardı… Birkaç gün sonra, cesetlerin sayısı artarak daha çok görünmeye başladılar. Bu defa asıl söz konusu olan, kadınlar ve çocuklardı.”