İnançlı biri olsaydım, kendimi kutsanmış sayardım herhalde. Birçok bakımdan. Bilet almadan, yer ayırtmadan gittiğim istasyonlarda beni bekler bulduğum harekete hazır trenler, beni deneyimlerle besleyen, benden daha yetkin, arif insanlarla zenginleştiren bir hayat, çocuklarım, dostlarım...
O dostlardan ikisi iki Uğur’dur, Uğur Hüküm ve Uğur Okman. Hüküm’ü evvelsi yıl Temmuz’da kaybettik. Aniden. Paris’te. Okman, çok şükür, sağ ve esen.
Bu iki Uğur da elitist değil lakin seçici insanlardır. Zevkleri gelişkin, müzikte, edebiyatta, sanatta özlü, damıtılmış. Hüküm Paris’teki en faal Türkiyeliydi. Yüzünden eksik olmayan tebessümü, yalnız insanoğluna değil, tüm kainata yetecek sevecenliği, geniş ilgileriyle gazetelere yazar, radyolara program üretirdi. Güzin-Abidin Dino gibi orda yaşayanlarla yarenlik, burdan gidenlere kılavuzluk/evsahipliği ederdi. Yalçın Cerid’in L'Humanité sattığı bir Fête de l’Huma’ya birlikte katılmıştık. Bir film ve müzik bilgini/koleksiyoncusuydu.
Okman, ağabeyi İlker’le birlikte, Türkiye’deki tüm müzelerde ne var ne yok fotoğraflara kaydetti. Ufacık parçaları kalmış halılardan kilimlerden tam modeller çıkardılar, böylece bunların büsbütün yok olmalarının önüne geçildi. Sonra bu modellerden, el tezgahlarında, kök boyalarla halı-kilim üretildi, Kültür Bakanlığı önayak oldu, ürettirdi. Yüzlerce yıldan süzülüp gelen, olgunlaşan Anadolu halı-kilim desen zenginliğinden bir bölümü böylece kayıplara karışmaktan kurtarıldı.
Ben yeni müzikleri tanımada, filmlerden haberdar olmada her iki Uğur’dan da çok yarar gördüm. SKRUK’u, Soeur Marie Keyrouz’u da öyle tanıdım. 30-35 yıl öncesinden söz ediyorum. CD yok, internet yok, döviz yok, yurtdışı seyahat ya kısıtlı ya tümden yasak, televizyon S/B ve tek kanal, TRT...
Günün birinde bir ses kaseti çıkageldi, Uğur’dan. Üstünde tek bir sözcük yazılı: SKRUK. Başkaca ne söz ne bilgi. Hemen dinledik. Dinledik ve çarpıldık...
Kasetteki müzik o güne dek duymadığımız bir müzik. Müthiş bir koro, çok etkileyici melodiler, bilmediğimiz bir dilde, ilahiye, kilise müziğine benziyor, enstrüman yok, a capella.
Ama dur bakalım. O da ne? Bir kadın sesi çok tanıdığımız bir türküyü değişik bir tarzda söylemeye başlamasın mı? Ve dipte nefesli bir saz.
Pencereden daş gelir
Ala göze yaş gelir
Meni sene verseler
Allaha da hoş gelir
Ay beri bah, beri bah
Dön beri bah, beri bah
Ve her satırdan, her dizeden sonra Skruk devrede, müthiş bir vukufla ve ehliyetle türküye eşlik ediyor; o ezgiyi alıyor, yetkin, usta işi, çok sesli, etkileyici bir koral müziğe dönüştürüyor. A capella!
Biz bu ilk dinlemede şaşkınlık içinde ne olduğunu anlamaya uğraşırken ilk parça bitiyor, uzun ve hoş bir koral, a capella gene, sonra üçüncü şarkı başlıyor... Bu kez bir erkek sesi, gene bildiğimiz bir türküyü, biraz farklı söylüyor:
Aras üste buz üste
Kebab yanar köz üste
Oy meni öldürsünler balam
Bir ala göz gız üste
Yahu bu ne ola ki? Bunlar kim? Nerden çıktı şimdi bu en koyu türküler üstüne bezenmiş çok sesli, çok güzel bir koro? Hepsi uyumlu uyaklı! Nasıl olur? Kim bunlar? Nedir bu? Kim bunlar?
Öyle bir müzik ki, sanki bu muhteşem koro aşina olmadığı bir türde bilmediği bir dilde söylenen bir şarkıyı, bir melodiyi, bir mahalden tesadüfen geçerken işitiyor, etkileniyor, ve anında hemen orada tezgahını kurarak, ilahi bir ilhamla, kendi çoksesli geleneğinin gücü, birikimi, güzelliğiyle o şarkıya katılıyor, o müziğe eşlik ediyor... Sanki bizdeki halk aşıklarının atışması gibi, biri kopkoyu bir alaturka şarkıyı kendi uslubuyla güzel güzel söylerken, öteki alıyor o melodiyi, o akorlardan başbaşka ama uyumlu ahenkli bir müzik yaratarak kendi diliyle, müziğiyle cevap veriyor, o sesi destekliyor, ona arka çıkıyor....
Kim bunlar?.. Zor oldu ama öğrendik.
Koro SKRUK adında bir Norveç korosuydu. Açık adı Sunnmøre Kristelege Ungdomskor (Sunnmøre Hıristiyan Gençlik Korosu). 1973’te kurulmuş, kurulduğundan beri aynı maestro yönetiyor, Peder Oddvar Hildre. Norveç’in önde gelen bir topluluğu, çeşitli ülkelere turnelere de çıkıyor, temelde kilise müziği, ama ilgileri çok ve çeşitli.
Uğur’un gönderdiği kasetteki kadın Brilliant Dadashova. Azerbaycanlı. Müzisyen babadan aldığı aşkı sürdürüyor, başarıyla, büyük başarıyla.
Kasetteki erkek şarkıcı İlkar Muradov. O da Azerbaycanlı. O da ülkesinde çok ünlü.
Peki de, nasıl oluyor? Nasıl olmuş? Bu birbirine hepten yabancı, dili, kültürü, müziği apayrı, hatta aykırı iki ülke, iki grup insan, nasıl olmuş da bir araya gelmiş? Bir araya gelmiş ve böylesine müthiş, uyumlu, içiçe geçen, malzemesiyle, oluşumuyla bir el ile eldiven kadar farklı, öte yandan bir elle bir eldiven gibi kip oturan, yakışan... Pembenin griye yakıştığı gibi... Hicranın sevdaya yakıştığı gibi.
Böyle bir dünya da mümkün demek ki...
Şimdi, bunları bugün böyle yazmak, bu bilgileri vermek kolay. Google’la ara, her bilgi (doğru yanlış) elinin altında. 15-20 yıl önce böyle değildi, ben işte o yıllarda arıyor, öğrenmeye çalışıyordum, bunlar kimdir, nedir, nicedir. Telefonla, mektup yazarak... (Şaşacaksınız ama, o zamanlar mektup diye bir şey, mektup yazmak diye bir eylem vardı.)
Gidip çiftli bir kasetçalar aldım. Uğur nasıl bana o kaseti gönderdi, SKRUK’la tanışmamı sağladıysa, ben de çoğaltarak SKRUK’u dostlarıma, arkadaşlarıma dağıtmaya başladım. Sonra sonra kaset CD’ye dönüştü. (Böyle çoğaltmak ve dağıtmak korsanlığa girer mi bilmem, hiç düşünmedim.) Epeydir artık CD’de dinleniyor SKRUK. Tıpkı Soeur Marie Keyrouz gibi...
SKRUK’u verdiğim dostlarımdan biri de İbrahim Betil’di. Aradan bir-iki hafta geçti geçmedi, beni aradı: “Nazar, bana verdiğin CD’yi çok beğendim, bir kopyasını çıkartarak Adapazarı ENKA’ya gönderdim; geçen gün okulu ziyaretimde bir baktım, teneffüs zili yerine SKRUK’tan bir parçayı çalıyorlar. Bilmek istersin diye düşündüm...”