Venedik Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu bu yıl, kavramsal sanatın en önemli isimlerinden Sarkis’in ‘Respiro’ (Nefes) adlı sunumuna evsahipliği yapacak. Kültür Sanat Vakfı (İKSV) koordinatörlüğünde hazırlanan Türkiye Pavyonu’ndaki ‘Respiro’ (Nefes) isimli serginin yanı sıra Sarkis, Ermenistan Pavyonu’nda 15 diaspora sanatçısıyla birlikte işlerini sergileyerek tarihi bir olaya imza atıyor. Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümüne denk gelen bu etkinlikte, Büyük Felaket’e ne tür göndermeler yapılacağı ise merak konusu. Sarkis ve Defne Ayas’la bir araya gelerek bu tarihi durumu ve ‘Respiro’ projesinin ayrıntılarını konuştuk.
Venedik Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu bu yıl, kavramsal sanatın en önemli isimlerinden Sarkis’in ‘Respiro’ (Nefes) adlı sunumuna evsahipliği yapacak. 9 Mayıs- 22 Kasım 2015 tarihleri arasında devam edecek bienaldeki söz konusu sunumun küratörlüğünü ise, son olarak da Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin (AICA) Hollanda şubesi tarafından direktörü olduğu Witte de With Güncel Sanat Merkezi adına yılın en iyi sergisi ödülüne layık görülen Defne Ayas üstleniyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) koordinatörlüğünde hazırlanan Türkiye Pavyonu’ndaki ‘Respiro’ (Nefes) isimli serginin yanı sıra Sarkis, Ermenistan Pavyonu’nda 15 diaspora sanatçısıyla birlikte işlerini sergileyerek tarihi bir olaya imza atıyor. Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümüne denk gelen bu etkinlikte, Büyük Felaket’e ne tür göndermeler yapılacağı ise merak konusu. Sarkis ve Defne Ayas’la bir araya gelerek bu tarihi durumu ve ‘Respiro’ projesinin ayrıntılarını konuştuk.
56. Venedik Bienali Türkiye Pavyonu sergisi için nasıl bir araya geldiğiniz ve işbirliğiniz nasıl şekillendi?
Defne Ayas: Biz Sarkis Bey’le 2012’de Rotterdam’da tanıştık. Kendisinin Boijmans Müzesi işbirliğiyle, Rotterdam Limanı’nda yaptığı büyük bir enstalasyonu vardı. Bu kapsamda düzenlediğimiz konferans vesilesiyle bir araya geldik. Sarkis Bey’in işlerini hep uzaktan takip ederdim. Ben yaptığım işlerde her zaman kültürler arası geçişleri göstermeye gayret ederim. Bir de baktım ki Sarkis Bey benim 30 yıl önümden gitmiş, henüz internetin olmadığı bir çağda bunu yapmış. Dolayısıyla büyük bir hazine kendisi.
Normalde bir proje için önce bir küratör seçilir, sonra küratör sanatçıyı davet eder. Burada öyle olmadı, Sarkis Bey beni seçti.
Sarkis: Bu yıl Venedik Bienali’nde yer alacak Türkiye Pavyonu sergisine davet edilmeyi beklemiyordum. Mayıs ayında İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer beni aradı. O esnada atölyemde inanılmaz bir karışıklık vardı. Bir müzede açılacak sergime gönderilecek işler hazırlanıyordu. Telefonda ne olduğunu anlayamadım. Daha sonra sözü İKSV Genel Müdürü Görgün Taner aldı. Kendilerine ilk sorum, “Önümüzdeki bienalin hangi tarihe denk geldiğini biliyor musunuz?” oldu. “Evet” dediler. Ardından bu fikir kafama saplandı. Müzedeki sergimi kuruyordum fakat aklım başka yerdeydi. Ekibin gözlerini görmek istedim. Çünkü telefonda bazı ifadeler yok oluyor. Sergi alanına da bakmak istedim. Ve müzedeki sergimin açılışından bir gün sonra Venedik’e gittim. Orada Bige Örer ve Venedik Bienali Türkiye Pavyonu Koordinatörü Tuna Ortaylı Kazıcı’yı tanıdım. Birtakım cevaplar onların gözlerindeydi. Ben de kaçmamaya ve bu sergiyi yapmaya karar verdim. Onlara Defne ile birlikte çalışmak istediğimi söyledim. Tabii bunun büyük bir sorumluluk olduğu da beynime kazındı.
Projenin ayrıntılarından bahsedebilir misiniz biraz?
S.: Sıkışmayı yok etmek için mekânı, yani düşünce mekânını açmaya çalışıyorum. Bütün harpler, cinayetler bu sıkışmadan kaynaklanıyor; sıkıştığın zaman vuruyorsun. Ben nefes alınacak büyük bir düşünce ve sevgi alanı açmak üzerine çok düşündüm ve bu esnada oldukça acı çektim.
Benim şöyle bir çalışma şeklim var: Büyük bir proje aklıma gelir ve ben onu itelerim. Tekrar geri gelip gelmeyeceğine bakarım. Bir daha gelir, bir daha itelerim ve bunu tekrar tekrar yaparım. Bazen ilk aklıma gelen fikirlerin büyük bir çoğunluğu yok olur; fakat inatçı bir şey takılıp kalır. Bu sefer de bu sergide yer alacak gökkuşağı geldi aklıma ve takıldı.
D.A.: Sarkis Bey’in her şeyi canlı tutmak, yaşatmakla ilgili bir arzusu ve bilgisi var. Işık, dönüşüm ve nefes alıp verme işlerindeki önemli unsurlar. Onun dokunuşunda bir tür tılsım var. Neye dokunsa yeşeriyor.
S.: Örneğin kırılma noktaları beni çok etkiler. Yaptığım gökkuşağında da renkler birdenbire kırılıyor. O noktaya kadar giderek işe oradan başlıyorum. Ama bu bir katliam getirmiyor. Orada bir nefes dünyası açıyorum. Tarkovsky’nin ‘Andrei Rublev’ isimli filminde, kardeşin kardeşi vurduğu büyük bir katliam sahnesi vardır. Bu olayın ardından ressam Rublev sessizliğe gömülür, hatta çizmeyi bırakır. Burada Tarkovsky’nin tüm çabası yolundan sapmış insanlık tarihini yola getirmek üzerine. Açıkçası ben de bu tutumdan pek uzakta değilim.
Venedik’te12’ye 48 metre boyutlarında çok güzel bir mekânımız var. Tam ortasına çift taraflı büyük bir ayna koyuyoruz. Aynanın karşısında, mekânın iki ucunda da neondan gökkuşakları var. Ve bu yerleştirme nefes alacak.
D.A.: İstanbul Modern’de şu anda yaşamakta olan gökkuşağından sonra Venedik’te iki gökkuşağı daha doğuyor. Sergi açılmadan önce, yedi çocukla birlikte üç-dört gün süren bir çalışmamız olacak.
Neden yedi çocuk?
S.: Gökkuşağının yedi rengi için yedi çocuk getiriyoruz. O çocuklar aynanın üzerine kendi parmak izleriyle, yedi gezegen çizecek. Burada sonsuz bir doğuşu anlatıyoruz. Gökkuşağının ışıkları da oradaki aynanın içinde nefes alacak. Bir de müzisyenle çalışıyoruz. Neonların çizgileri, yedi rengin sıcaklığı ve soğukluğu bir partisyon oluşturuyor. Bu 48 dakikalık müzikle birlikte, parmak ucu yani dokunmayla uzay arasında müthiş bir ilişki oluşacak.
Anlattıklarınız doğrultusunda coşkulu ve sınır tanımayan bir performans canlanıyor gözümüzde...
D.A.: Ortamdaki müziğin 7 gün 24 saat kesintisiz çalmasını planlıyoruz. Sergi mekânının kapıları kapandığında ve içeride hiç kimse kalmadığında bile o müzik çalmaya, neon ışıklar da yanmaya devam edecek. Bunun yaşayan ve devamlı nefes alan bir proje olması bizim için çok önemli. Sadece bienalde değil İstanbul’da, Cenevre’de, Rotterdam’da yerleştirmeyi besleyen eşzamanlı işaretler yollayacağız. Bu etkinliklerin ayrıntılarını da yakında paylaşacağız.
S.: Orayı organik bir yapı hâline getiriyoruz. Mekânda 36 vitray olacak. Bunların bir kısmı yeni yapıldı. O vitraylar farklı şeylere gönderme yapıyor; fakat hangisinde ne olduğunu belirtmeyeceğiz.
D.A.: Vitraylardaki imgeler kimilerine tanıdık gelecek. Kimi ise gündelik hayattan. Yani bilindik, kişisel ya da ortak bellekten gelen unsurların ikonlaştırılması gibi bir durum söz konusu.
Sarkis Bey’in bu proje için en doğru isim olduğunda herkes hemfikir. Ancak Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümüne denk gelen bu sergi için Ermeni bir sanatçının davet edilmesi, bu tarihe herhangi bir gönderme olup olmadığıyla ilgili soru işaretleri uyandırıyor. Alınan kararlarda ve hazırlanan projede 1915’e doğrudan veya dolaylı bir gönderme var mı?
S.: Doğrudan bir gönderme yok. Bu bir reklam değil tabii. Fakat bu da anlattıklarımızın içinde. En zor olansa önümüzde bir örneğin olmaması.
Hangi konuda örnek yok?
D.A.: 100. yıl ilk kez yaşanıyor.
S.: Evet. Referansımız yok. Bu yüzden de biz sanatta ve düşüncede referanslar arıyoruz. Bu, ‘kör göze parmak sokmak’ tavrıyla yapılacak bir iş değil. Bu meseleyi açmak için bir dil yaratmak lazım.
D.A.: Sarkis Bey sergi davetini ilk aldığında bu yüzden ekibin gözlerine bakmak istedi. Ortada araç olarak kullanılacak bir durum mu var, yoksa içten bir durum mu, anlamak için. Sonuçta ekibe güvenerek bu daveti kabul etti.
Ben Hrant Dink’in katledilişinden önce Ermeni Diasporası’yla ilgili ‘Blind Date’ isimli bir projeye başlamıştım. Sarkis Bey bu projeden haberdar değildi. Sanat üretimiyle Amerika diasporası içinde nefes alınacak bir alan açmaya çalıştık. Sarkis Bey’le benim Venedik Bienali Türkiye Pavyonu sergisi için birlikte çalışmamız, soykırımın 100. yılıyla ilişkili okunacaksa okunmasın diyemeyiz. Zaten yapıt bir kere elinizden çıktıktan sonra her türlü okumaya açıktır. Bu iş de içerisinde birçok farklı veriyi barındırıyor, sadece belirli bir tarihe gönderme yapmıyor. Siz deyin 15. yüzyıl, biz diyelim milyon yıl.
Sonuç olarak İKSV’nin önderliğinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da desteğiyle yürütülen bu etkinlikte, 2015 yılında Ermeni bir sanatçının yer almasının bir anlamı var...
D.A.: Bu etkinlik, Türkiye Pavyonu’nun uzun süreli mekânındaki ilk sanat bienali ve 2015’e denk geliyor. Bunun içerisinde yer almak bizim için büyük bir onur. “Öyle de anlaşılabilir, böyle de” gibi bir tavır benimsemiyoruz. Zaten Sarkis Bey’in kurduğu opera kendini anlatacaktır. Biz yaratıyoruz ve yaratmanın, konuyu ileri götürmenin tek cevap olduğuna inanıyoruz.
Sarkis Bey’in işlerinde acıların hazineye dönüştürülmesi durumu var. Ancak o hiçbir zaman ne kendi kimliği ne de 1915 ile ilgili doğrudan bir iş yaptı.
S.: Bu acılar kavrula kavrula bir hazineye dönüşüyor. Örneğin dünya sinemasının en önemli isimlerinden, asıl adı Sarkis Hristov Paracanyan olan Sergey Paracanov, Sovyet Dönemi’nde büyük acılar yaşamış, uzun süre hapis yatmıştır. Onun Sayat Nova isimli Ermeni bir ozanın hayat hikâyesini anlattığı bir başyapıtı vardır. Ben bu filmi defalarca izlemişimdir. Paracanov’un filmlerinde yaşadığı acıların hiçbiri görülmez. O, acıları yoğurmuştur ve sonunda bunlardan bir hazine doğmuştur.
‘Kendimi bir Diaspora sanatçısı olarak adlandırmıyorum’
Yapıtlarınızın bienalde, 16 diaspora sanatçısıyla birlikte Ermenistan Pavyonu’nda da yer alacağı açıklandı. Ve bu pavyonun başlığı doğrudan ‘Armenity’ (Ermenilik). Bu projeye dahil olmaya nasıl karar verdiniz?
S.: Ermenistan Pavyonu’nun küratörü Adelina Jüberyan v. Fürstenberg’i yıllardır tanıyorum. Kendisi İstanbul’da doğmuş. Cenevre’deki ilk çağdaş sanat merkezini kuran kişidir.
Sergi San Lazzaro’daki 1717’de kurulan Ermeni Katolik Kilisesi’nde yer alacak. Benim 1990’da orada bir kişisel sergim daha olmuştu ve o serginin küratörü de Adelina’ydı. Bienal için atölyeme gelerek dört iş seçti. Biri dinozor kemiğiyle yaptığım bir iş. Kilisenin girişine bir iş konacak, iki de vitray sergilenecek.
Adelina beni bu sergi için aradığında henüz Türkiye Pavyonu için iş yapacağımı bilmiyordu. Söylediğimde müthiş sevindi.
Bu yıl soykırımın 100. yılı anısına Ermenistan Pavyonu’nda ilk kez diaspora sanatçılarına yer veriliyor. Sarkis Bey’in işlerinin her iki ülkenin pavyonunda da yer almasının anlamı sizce nedir?
D.A.: Türkiye Pavyonu’ndaki tamamen kişisel bir sunum; bir tiyatro, opera gibi. Ermenistan Pavyonu’nda ise bir grup sergisi içinde Sarkis Bey’in dört işi yer alacak. Dolayısıyla farklı bir algı oluşacak. Öte yandan Sarkis Bey’in her iki pavyonda da yer alması, iki ülke açısından da tarihi bir durum.
S.: Ben kendimi bir diaspora sanatçısı olarak adlandırmıyorum. Hrant Dink, “Diaspora büyük bir Anadolu köyüdür” demiştir. Benim annem bir Anadolu kadınıydı. İstanbul’a göç etmesine rağmen, Anadolu’yu yaşayarak öldü. Ben de bu yüzden kendimi hiçbir zaman bir diaspora sanatçısı olarak görmüyorum.