Julianne Moore'a 'En İyi Kadın Oyuncu' Altın Küre Ödülü'nü kazandıran 'Unutma Beni' bu hafta Orta Yeri Sinema'da. Unutmak acı verse de, 'hiç bir şey sonsuza dek yitik kalamaz.'
Unutma Beni – Richard Glatzer, Wash Westmoreland
Mutlu bir aile portresiyle başlıyor ‘Unutma Beni’. Columbia Üniversitesi’nde dilbilim profesörü olan Alice Howland’in (Julianne Moore) 50. doğum günü kutlanıyor sakin bir akşam yemeği eşliğinde. Aile fertleri daha sonraları bu akşamı, beraber geçirilen son mutlu gün olarak hep hatırlayabilir. Alice dışında herkes.
Alice bir yönüyle Woody Allen’ın ‘Blue Jasmine’ filmindeki nevrotik Jasmine’ine benziyor. İkisinin de Manhattan’ın meşhur kahverengi taşlı evlerinde ikamet etmeleri veya sayfiye yerinde yazlık sahibi olmaları değil elbette buna sebep. Asıl ortaklık, en çok değer verdikleri şeyi kaybetmekle başa çıkmaları noktasında ve bunu unutmayarak mümkün kılmaya çalışmalarında. Jasmine, geride kalan zengin hayatı sürekli anımsayarak güç buluyor. Jasmine’inki biraz tercihi elbette, Alice içinse tek yol hatırlamak.
Hayatını entelektüel birikimi üzerine inşa etmiş bir kadının Alzheimer olması demek, ilk bakışta bir ömrün heba olması demekmiş gibi geliyor. Hatta Alice, bir histeri krizinde unutmanın onun için ne anlama geldiğini açıkça anlatıyor. “Beynim ölüyormuş gibi geliyor. Ömrüm boyunca uğruna çalıştığım her şey gidiyor.” O an, Alice’ten daha az kültürlü bir kadın Alzheimer olsa, daha az üzülürmüşüz gibi hissediyoruz. Fakat Alice’in unutmaya başlaması o kadar kısa sürede oluyor ki, biz aslında Alice’in bir zamanlar nelerden çok iyi anladığını da pek anlayamıyoruz – ‘Blue Jasmine’de olduğu gibi bize geçmişi anlatabilecek ‘flashback’ler de yok üstelik. Alice’in gelişmiş bir müzik zevki olduğunu, resimden anladığını, bugüne kadar binlerce kitap okuduğunu ve dünyayı gezdiğini ancak tahmin edebiliyoruz. Filmin başındaki ‘Son Akşam Yemeği’ sahnesi, Alice’in engin bilgisi ve eşsiz zevklerinin izleyiciye sunulabilmesi için iyi bir fırsat, ama burada gündelik bir konuşmaya tanık oluyoruz. Columbia’lı bir dilbilimcinin bunları ve hatta daha fazlasını biliyor oluşuna şartlanmış olsak da, yönetmenlerin bunu bize göstermemeyi tercih etmesi bir şey söylüyor. O da, önemli olanın Alice’in neleri unuttuğu değil, o unutulanlar artık ne ise, Alice’e inanılmaz bir acı veriyor oluşu ve bu her kim olursa, aynı derecede acı vereceği. Sonuç olarak, unutmaya mahkûm her kişi, gidilen yolda bir noktada buluşuyor.
Haneke’nin ‘Aşk’ında olduğu gibi, başkasına muhtaç olmanın utancını yaşamaktansa, ölmeyi yeğleyecek biri Alice. Ama buradaki yaman paradoks, böyle bir durumda ölmek istediğini hatırlamayacak olması. Filmin en alıcı yeriyse, bu paradoksun çözümü veya çözülemeyişi…
Sözünü ettiğim mutlu aile tablosunda, aslında bir eksik var; evin küçük kızı Lydia (Kristen Stewart). En başından itibaren, onun tüm aileden farklı bir yerde durduğunu görüyoruz. Oyuncu olma hayaliyle Los Angeles’ta tutunmaya çalışan evin ‘asi’ kızı. Hatta Alice’in ırsi olduğunu öğrendiğimiz hastalığının genlerini taşıyıp taşımadığını öğrenmek istemeyecek kadar, ânı kucaklayan biri. Alice’in zihninin tamamen boş olduğu yerde, eline Tony Kushner’in ‘Angels in America’sını ve Harper Lee’nin cümleleriyle hayatın özünü annesine anlatıyor: “Bu dünyada acı verici bir gidişat var. Geride bıraktıklarımızı özler ve gelecekte karşımıza çıkacakların hayalini kurarız.” Alice’in, kızının sözlerinden ne anladığından emin olamasak da, bu acı verici gidişatın bir parçası olmadığını biliyoruz. Yine de Harper Lee’nin bu tiradında da söylediği gibi, “Hiçbir şey, sonsuza dek yitik kalamaz.”