İnsan yaşadıkça neler görüyor, neler öğreniyor...
12 Eylül 1980 darbesi ülkemin insanları üstünden silindir gibi geçince, yarım milyondan çok insan epi topu 70.000 kapasiteli hapishanelere tıkıldı. 517 kişi idam cezasına çarptırıldı. Onlardan, yaşı büyütülerek asılan bir çocuk da aralarında, 50’si idam edildi. Diyarbakır, Mamak, Hasdal, Davutpaşa Kışlası’ndaki Otağ-ı Hümayun gibi işkencehaneler fazla mesaiyle çalışmaya başladı. Bütün partiler, sendikalar, dernekler, vakıflar lağvedilip yasaklandı; üç kişi bir araya gelse rejim aleyhine tertip sayıldı. Ülkeye darbenin 5 atlısı hükümran oldu. Kurdukları yeni Türkiye’de kendi insanlıkdışı amaçları doğrultusunda yapmadıkları kalmadı. Tarih Kurumu’nu, Dil Kurumu’nu bile kapattılar, sildiler...
Türk Dil Kurumu’nun yayımladığı, 35 yıl o kurumun genel yazmanlığını yürüten Ömer Asım Aksoy önderliğinde hazırlanan Yazım Kılavuzu’nu da tu-kaka eylediler, atadıkları görevlilere İmla Kılavuzu hazırlattılar. İmla Kılavuzu bir dizi temel yanlışla sakattı.
1980’li yılların ortalarında saygıya gerçekten layık o insanla, Ömer Asım Aksoy’la haberleştim. Ankara’ya gittim. Beni evinde ağırladı. O sıralar, sanırım, 85-86 yaşındaydı. İnce uzun, aydınlık bakışlı, cevval, duru bir zihne sahip olduğu apaçık, çok etkilendiğim bir insan, bir görüşme oldu.
Kendisine Adam Yayınları arasında yeni hazırlanacak bir yazım kılavuzu yayımlamak istediğimizi söyledim, dikkatle dinledi, bunun iyi bir düşünce, iyi bir girişim olacağını söyledi. Bize yol göstermesini, böyle bir hazırlığın layıkıyla yapılabilmesi için nasıl ve kimlerle bir çalışma yürütülebileceğini sordum. Bana hemen oracıkta 8-10 isim saydı. Öyle bir kadronun nasıl kurulabileceğini, başı kimin çekebileceğini sorarak, “Siz bu girişimin önderi olur musunuz?” dedim, duraksamadan kabul etti. Adını Ana Yazım Kılavuzu koyduğum bu titiz, derinlikli çalışma, 70 sayfalık kapsamlı bir Önsöz’le, Ekim 1987’de yayımlandı. Kısa sürede Türkçe yazımda temel başvuru kaynağı oldu.
Ömer Asım Aksoy’la ilişkimiz, işbirliğimiz orada kalmadı. Bir yandan yazım kılavuzu hazırlanırken, bir yandan da, Memet Fuat’la birlikte, AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi’nin amentüsü haline gelen bir Dil ve Yazım Yönergesi hazırladılar.
Lağvedilen TDK’nun Türkçe Sözlük’ü tüm yazar-çizerlerin, okulların, gazetecilerin tartışmasız tek başvuru kaynağı idi. Darbecilerin kurduğu yeni TDK yeni bir sözlük hazırladı. Yayımladıkları İmla Kılavuzu gibi o sözlük de öncekilerin kusursuzluğundan uzaktı. Görünüşe bakılırsa, devletin yönetimine el koyanlar, her şeyi yıkıp bozmaya kararlıydılar. Tıpkı atadıkları valilerin doğuda, güneydoğuda, ayakta kalabilmiş bütün eski yapıları, eserleri buldozerlerle tarümar edip iz bırakmadıkları gibi...
Biliyoruz ki her dilde anlam kaymaları olur. Bir sözcük zaman içinde yeni bir anlam/kavram için kullanılmaya başlayabilir. Dil yaşadığı, canlı olduğu için bu doğaldır. Çok örnekleri var.
Bir de moda haline gelen, ne yazık ki doğru anlamını kovarak dolanıma giren sözcükler var. Bunun da çok örneklerini görüyoruz. Hele şu son yıllarda... Yeni cumhurbaşkanı henüz başbakanken bir ‘noktasında’ sözü kullanmaya başladı; peşinden herkes, ama herkes, münafığı muvafığı mal bulmuş gibi sarıldılar. Ne ‘sayesinde’ kaldı, ne ‘hususunda’, ne ‘konusunda’, ne ‘alanında’, ne ‘açısından’, ‘yönünden’, ‘bakımından’... Sayın sayabildiğiniz kadar.
Daha korkunçları var: Adına (‘için’ yerine); beğenisini kazanmak (‘beğenmek’ yerine); oldukça (‘epey’, ‘bir miktar’ yerine); ancak (‘ama, fakat, lakin’ yerine); aklı selim insan (‘aklı selim sahibi insan’ yerine) kullanılır oldu. Bu örnekler de saymakla bitmez.
Bir süre önce dil ve kullanım yanlışlarından yakındığım bir yazıda şöyle söylüyordum:
“Dil düşüncenin, duygunun sözle ifade aracı olduğundan, dilin zenginliği düşüncenin, duygunun zenginliğini de gösterir. Örnekse, yakın-eş anlamlı sözcüklerin çokluğu ve aralarındaki nüanslar dilde, yani anlatımda, demek ki düşünmede zenginleşmenin, çeşitlenmenin ifadesidir. Bu da o dili kullanan toplulukların sosyolojik, düşünsel, felsefi, kültürel, teknolojik düzeyini yansıtır. Yani zengin bir dil, aynı zamanda, o toplumun insanlık âlemindeki yerinin de bir göstergesidir.
Türkçe, bu toplumun yüzyıllar boyunca o âleme katkısına koşut bir gelişme göstermiş, yani yerleşememiş, durulamamış, ilerleyememiş, gelişememiştir. Öte yandan, Türkçenin uğradığı zulüm ancak bu ülkede yaşayanların uğradığı zulümle kıyaslanabilir. (…) Bırakın dilin gelişmesini, zenginleşmesini, olanı da kötü kullanmak için, beyinlerimiz ve düşünce dünyamız gibi onu da kurak, çorak, kıraç, sığ hâle getirmek için kıyasıya bir uğraş verildiğini görüyoruz.”
Bugün bunları niçin söylüyorum?
Geçen hafta İbrahim Betil internette bir iletiyle sordu, “Bundan haberin var mı?”
Haberin var mı, diye sorduğu, TDK’nun Büyük Türkçe Sözlük’teki Darbe maddesine verdiği karşılıktı. İbrahim Betil çok sevdiğim, saydığım, inandığım, güvendiğim bir dostumdur. Gene de, belki yanlış görmüştür diye, açıp kendim baktım. Şu manzarayla karşılaştım:
| |||
...veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi.
Demek DÇ’nı (Demokrasi Çağı) yaşayamadan DDÇ’na (Demokratik Darbe Çağı) geçmişiz. Ne mutlu!
Bir zamanlar “sivil darbe” diye bir söz tedavüle girmişti. Şimdi bunu da aşan bir anlayış, demek ki, dolanımda. Bir kez daha: Ne mutlu.
Aslında darbelerden değil, darphanelerden söz etmek geliyor insanın içinden, iki tür darphaneden. İlki küçük bir bölük insan için çalışan darphane, ikincisi, geri kalan büyük kitleler için çalıştırılan darphane. İkisinde de bir şeyler darp ediliyor, birincisinde metal paralar, altın gümüş sikkeler, ikincisinde insanlar...
Ne Mutlu Türküm Diyene!