İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Sarah Leah Whitson'la 24 Nisan anmasına katılmak üzere İstanbul’a gelecek olan Diaspora Ermenilerinin taleplerini, 2015’te Türkiye’nin pozisyonu, Diaspora’nın beklentileri ve Ermeni kimliğinin hayatına etkilerini konuştuk.
Sarah Leah Wthison, İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Sarah Leah Whitson, uzun yıllardır insan hakları savunuculuğu yapan bir hukukçu. Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ‘Amerikan Arap Irkçılık Karşıtı Komite’ gibi sivil toplum kuruluşlarında gönüllü çalışmaya başlayan Whitson, HRW’de göreve başladığı 2004’te bu yana İsrail-Filistin, Mısır, Suriye, Lübnan gibi pek çok çatışma bölgesiyle ilgili rapor ve makale yayımladı. Anne tarafından Ermeni olan ve kökleri Diyarbakır’a uzanan Whitson’un bu sene için bir başka gündemi de bulunuyor. İçinde yer aldığı ‘Project 2015’ grubuyla 24 Nisan’da, Ermeni Soykırımının 100. yıl anmasına katılmak üzere İstanbul’a gelecek olan Whitson’la, anma etkinliğini birlikte düzenleyecekleri Türkiyeli sivil toplum kuruluşlarıyla buluşmak üzere birkaç günlüğüne geldiği İstanbul’da bir araya geldik; 2015’te Türkiye’nin pozisyonu, Diaspora’nın beklentileri ve Ermeni kimliğinin hayatına etkilerini konuştuk.
‘Project 2015’le başlayalım söze. 24 Nisan’da İstanbul’a Diaspora’dan gelecek insanların vereceği temel mesaj ne olacak?
Türkiye sivil toplumunun geçmiş yıllarda da düzenlemiş olduğu bir anma toplantısı bu. Diaspora Ermenileri geçtiğimiz yıllarda da bu anmaya katılmak için İstanbul’a gelmişti. Kamusal alanda soykırımın tanınması ve buna yönelik bir tartışmanın zemin bulması açısından çok önemli bir adım. Bu seneki hedef de, yüzüncü yılda bu çabanın resmiyet kazanması için daha fazla Diaspora Ermenisinin İstanbul’a gelmesini sağlamak.
Üç temel mesajımız var. Birincisi, 100 sene sonra hala buradayız, hayatta kaldık. 1915 sadece ölüm ve yıkımın değil, hayatta kalmanın da hikâyesi. İkincisi, 100 yıl sonra unutmadık, bu mevzu yok olup gitmeyecek. Sadece Türkiye hükümetine değil tüm dünyaya göndereceğimiz üçüncü ve en önemli mesaj ise şu: Evet doğru, Türkiye Hükümeti doğru olanı yapmak için henüz hazır değil, ama Türkiye toplumunun büyük bir kısmı buna hazır. Bu 24 Nisan da bunun bir örneği olacak. Devletler siyasi nedenlerle dürüst davranmaya hazır olmasa da toplumlar doğru olanı yapmaya hazır.
Diaspora’nın genel olarak İstanbul’daki anmaya bakışı nasıl sizce?
Konuştuğumuz insanlar epey heyecanlı diyebilirim. Pek çok insan, şu anda en anlamlı konuşmanın Türklerle Ermeniler arasında yapılacak olduğu konusunda hemfikir. Ermenistan, Los Angeles gibi Ermeni nüfusunun yoğun olduğu bölgelerde Soykırım elbette halen kuvvetli bir gerçekliğe sahip ve Diaspora’nın yaşadığı her yerde anma törenleri düzenlenecek. Fakat İstanbul’daki anma büyük öneme sahip, çünkü her şeyin başladığı ve problemin halen devam ettiği yer burası, Ermeni Diasporası, Paris ya da Washington değil.
Nasıl bir katılım olacağını öngörüyorsunuz?
Ermeniler halen travmayı atlatmadı. Bu yüzden, ait olduğu toplumun neredeyse tamamının yok edildiği topraklara geri dönmek çok da kolay değil. Ermeni Diasporasının birçoğu bu topraklara hiç gelmedi, buraya gelmek halen korkutucu. O korkuyu bir yana itip, burada bağ kurabileceğimiz insanlar olduğunu ve temelde, bu toprakların bizim de topraklarımız olduğunu vurgulamak istiyoruz.
Biraz önce bu topraklarda problemin halen devam ettiğinden bahsettiniz. Türkiye’nin 2015’le ilgili pozisyonu hakkında ne düşündüğünüzü sormak istiyorum. Bildiğiniz gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘24 Nisan’da ‘Çanakkale Savaşı’nın 100. yılının anılacağını’ açıkladı. Bir yandan Ahmet Davutoğlu Hrant Dink’in ölüm yıldönümünde bir taziye mesajı yayımlayıp ‘ortak gelecek’ten bahsediyor, öte yandan da Çavuşoğlu ve Çiçek gibi üst kademedeki devlet görevlileri 2015’te Türkiye’nin ‘eylem planıyla’ ilgili açıklamalar yapıyor. Tüm bunları birlikte nasıl yorumluyorsunuz?
Bu karışık mesajlar elbette çok açık bir durumun işareti. Neden Çanakkale Savaşı’nın asıl yıldönümü bile olmayan 24 Nisan’da böyle bir anma yapmak gibi ucuz numaralara başvuruyorlar? Utanç verici ve dalga geçmeye vesile olan bir hareket bu. Çünkü çok açık bir şekilde gündem saptırma amacını taşıyor.
Erdoğan uzun süredir Türkiye’nin sesi olduğunu söylüyor, pek çok uluslararası alanda da ilkeli bir duruşa sahip olduğu zamanlar oldu. Onun, Ermeni Soykırımı konusunda da ilkeli bir duruşa sahip olmasını bekliyoruz.
Aynı zamanda hükümetin kendi içinde bir çatışma yaşadığını da görmek mümkün. Bir şeylerin yanlış olduğunu ve buna yönelik atılması gereken adımlar olduğunu da biliyorlar, bu yüzden de birtakım küçük jestler yapıyorlar. Dönemin başbakanı Erdoğan’ın 24 Nisan 2014’te yayımladığı mesaj geçmiş yıllara nazaran önemli bir gelişmeydi. Ama aynı zamanda yeterli olmadığını da söylemeliyiz. Dolayısıyla, bu çelişkiler aslında iyiye işaret, çünkü bu meseleyle cebelleştikleri anlamına geliyor.
Üzülerek söylemeliyim ki, eylem anlamında politik taktiklerin ötesine geçemiyolar. Erdoğan uzun süredir Türkiye’nin sesi olduğunu söylüyor, pek çok uluslararası alanda da ilkeli bir duruşa sahip olduğu zamanlar oldu. Onun, Ermeni Soykırımı konusunda da ilkeli bir duruşa sahip olmasını bekliyoruz. Erdoğan, belki de meseleyi bir sonraki aşamaya götürebilecek ilk Türkiye lideri. Türkiye hükümetinin doğru olanı yapmasını bekliyoruz; o da Ermeni Diasporasının, Ermenİstan’ın, Fransa’nın ya da ABD’nin beklediklerni yapmak değil. Kendi ahlaki değerleri çerçevesinde hareket etmeliler. Çünkü sonuçta sadece Ermeniler değil Türkiye halkı da geçmişin korkuları yüzünden adım atamıyor.
‘Surp Giragos Kilisesi’nin görkemi bana adalet ateşinin sönmediğini gösterdi’
Büyükbabanız Diyarbakır doğumlu. Birkaç sene önce de Diyarbakır’a bir aile geziniz olmuş. Aile toprağına geri döndüğünüzde nasıl hissetmiştiniz?
Evet, ikinci gezimdi. Büyükbabam Diyarbakır’da 1915 soykırımında yetim ve öksüz kalmış, misyonerler tarafından Lübnan’daki yetimhaneye götürülmüş. Benim Diyarbakır’a ilk gidişimse 1994 yılına rastlıyor. Irak’a giderken yolum düşmüştü. Surp Giragos Kilisesi o zamanlar harabe halindeydi. 90 yaşlarında bir kadınla tanışmıştım, bölgede kalan son Ermeni olduğunu söylemişlerdi. Çok yaşlıydı, göremiyor, duyamıyordu. O zaman her şeyin sonunun geldiğini, geçmişe dair her şeyin kaybolduğunu düşünmüştüm.
Yaklaşık bir buçuk sene önce Diyarbakır’a tekrar gittim. Surp Giragos Kilisesi’nin restore edilmiş o güzel halini gördüm. Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’la konuştuğumuzu hatırlıyorum; Ermeni toplumu ve Ermeni mirası için verdikleri çabalardan bahsetmişti. Diyarbakır’a geri dönen Müslümanlaştırılmış Ermeniler vardı. Büyükbabamın vaftiz olduğu kilisede bulunmak, orayı harabe bir yer olarak değil de bu sefer tüm görkemiyle görebilmek, çocuklarımla orada olabilmek –çünkü onların nereden geldiklerini, kim olduklarını ve atalarının nasıl şartlarda yaşadığını bilmeleri benim için önemliydi– inanılmaz duygular yaşattı bana. Aynı zamanda çok ilham vericiydi, adalet ateşinin henüz sönmediğini göstermiş oldu, o ateş Diyarbakırlıların kalbinde yaşıyor.
Uzun yıllardır insan hakları savunuculuğu alanında çalışıyorsunuz ve temsil ettiğiniz kurum açısından önemli bir figürsünüz. Bu yolu nasıl seçtiniz?
Aslında yol beni seçti. Ermeni olarak hem mazlumluk hem de adaletsizlik hissine sahip oluyorsunuz. Ben adaletsizlik ve adalet hissiyle büyütüldüm. Üniversite eğitimi sırasında dünyayı daha geniş anlamıyla tanıdım ve karşıma daha geniş anlamıyla adaletsizlik çıktı. Bu açıdan, ezilenin yanında taraf tutmak neredeyse doğal oldu. Ortadoğu’ya odaklanmam da doğaldı, çünkü Arapça konuşuyorum, yaşamımın hatırı sayılır bir kısmını orada geçirdim ve bölgede yaşanan sorunlara yönelik kaygılarım vardı. Ortadoğu’ya odaklanmamın bir başka nedeni de bir ABD vatandaşı olarak sorumluluk taşımamla ilgili. ABD bölgeyle yakın ilişkiler içinde ve bu ilişkiler pek de hayra alamet değil. Sorumlu olduğum ilk aktivist görev 1994’teki Kuzey Irak İç Savaşı’ydı. Orada farkettim ki bu savaşın sivil kayıpları ABD vatandaşlarından saklanıyordu. Dolayısıyla Ortadoğu’daki insan hakları sorunlarıyla ilgili çalışmaya devam etmemde ABD’nin şeffaf olmayan politikasının rolü olduğunu söyleyebilirim.
Ermeni kimliğiyle ilgili söyledikleriniz son zamanlarda Diaspora’da yaşanan bir tartışmayı hatırlattı. Tartışmayı başlayan ‘There Was and There Was Not’(Bir Varmış Bir Yokmuş) kitabının yazarı gazeteci Meline Toumani Ermeni olmanın soykırım konusunda bir misyon sahibi olmayı getirdiğinden, bir nevi yükümlülükten bahsediyordu. Bu tartışmayla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Kitabı aldım ama henüz okumadım. Dolayısıyla kitapta Toumani’nin tam olarak neyi kastettiğini bilmeden bir yorum yapmam yanlış ve haksız olur. Söyleyebileceğim tek şey kesinlikle katıldığım; Ermenilerin bir yükümlülüğü var. Nüfusumuzun yüzde 75’ini kaybettik ve bir mücadele veriyoruz, çünkü o mücadeleyi kimse bizim adımıza vermeyecek. Siyah Amerikalıların da bir yükümlülüğü var, hâla ırkçılıkla savaşıyorlar ve ne kadar isteseler de bundan kaçamazlar. Keşke bir yükümlüğüm olmasaydı, keşke problemsiz bir toplum olsaydık ama biyoloji ve mukadderat bunu imkânsız kıldı.
‘Hıristiyan azınlık Ortadoğu’da özellikle hedef alınıyor’
Bölgeyle yakın temas halindesiniz. Suriye’deki savaşta Hıristiyan azınlıkların ve bu azınlığın içinde yer alan Ermenilerin durumu nedir?
Ortadoğu’daki mevcut durum uzun süredir görmediğimiz şiddette ölüm ve yıkım içeriyor. Suriye’deki savaşın en önemli sonucu elbette 100 binden fazla Suriyelinin ölmesi oldu. Bu sayı muhtemelen yakın zamanda 200 bine çıkacak. Büyük bir trajedi. Sünniler, Şiiler, Ermeniler, herkes acı çekiyor. Çeşitliliğe karşı amansız bir savaştan bahsediyoruz. Eğer Ortadoğu’nun zenginliğini oluşturan etnik, kültürel ve dini çeşitliliğin elden gittiğini düşünürsek ne kadar büyük bir trajediyle karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Fakat Hristiyan azınlık Ortadoğu’da özellikle hedef alınıyor. Kadim Hırisiyan azınlıklardan olan Ermeniler coğrafyadan silinmek üzere. Bir yandan da bu savaş, Ermenistan devletinin varlığının, daha önce hiç olmadığı ölçüde kıymetini bilmemi sağladı. Suriye’den kaçan Ermenilerin sığınabileceği en önemli yerlerden biri de Ermenistan. Elbette orada da zor koşullarda yaşıyorlar, fakat Ürdün ya da Türkiye’deki mülteci kamplarında yaşamaktan daha iyi koşullarda olduklarını söyleyebiliriz.