"Buradayız Ahparig", "Ali İsmail Korkmaz için Adalet" ve "dört bakan yüce divana gitsin" diye haykırdık geçen hafta... Aristo gibi "adalet ilkin devletten gelmelidir" dedik, çağrılarımızı, ümitlerimizi, teessürlerimizi tazeledik.
Yılan hikayesine dönen Dink davasında muvâsalat ettiğimiz noktada, "bu işte bir paralel yeniği var" muhabbeti dönüyor. Sorumluluk makamı resmi bültenleri vasıtasıyla "cinayetin devlet içindeki Gülencilerin eseri olduğu" algısını oluşturup, toplumu bu yönde ikna etmeye çalışıyor. Hrant'ın arkadaşlarıysa, "bu dava paralel'e sığmaz" diyor cevaben. "Cinayetin, sadece kerameti kendinden menkul ‘Paralel yapı’nın değil, devlet içindeki başka yapıların, hatta bizatihi devlet yapısının eseri olduğunu" söylüyorlar.
Katilleri tanıyorlar, tanıyoruz çünkü. Hepiniz ordaydınız! Emniyet müdüründen istihbaratçısına, jandarmasından tetikçisine, Genelkurmay'ından valisine, Ergenekoncusundan birtakım medya mensuplarına kadar hepinizin cinayet mahallinde parmak izi var. Bir "milli mutabakat cinayeti"dir bu… Öyle geometrik şekillerle açıklanamaz, muayyen bir zümrenin üstüne yıkılamaz...
Ali İsmail Korkmaz'ın davası da karara bağlandı. Savcının müebbet istediği sanık polis (son tekmeyi atan) Mevlüt Saldoğan'ı 10 yıl 10 ay hapse çarptıran mahkeme, 16 yılla yargılanan diğer sanık polis Yalçın Akbulut'a da 10 yıl hapis cezası verdi. İki fırıncı ceza indiriminden yararlandırılarak 3 ve 6'şar yıl hapse çarptırılırken, 2 polis de delil yetersizliğinden beraat etti.
Malumunuz dava Eskişehir’den Kayseri’ye taşınmıştı. İlk etapta, Eskişehir Valisi Güngör Azim Tuna “Ali’yi arkadaşları dövmüştür” demişti. Yanısıra söz konusu Sanayi Sokak'ta linçin görgü tanığı olan (Beşik Otel’e ve Harman fırına ait) iki kameradaki görüntü kayıtları silinmişti. Neyse ki Jandarma Kriminal Dairesi, silinen görüntü kayıtlarını kurtarmış ve Radikal’den İsmail Saymaz da bunları neşretmişti… Bilahare İsmail Saymaz, validen "Oğlum İsmail, yine rahat durmuyorsun...Yerin altı da var unutma, eninde sonunda orada görüşeceğiz" şeklinde tehdit almıştı. Ali'nin linç görüntülerini izleyen her kimse, yargının bu kararına tıpkı Emel anne gibi, "Lanet olsun.Bu kadar ucuz olmamalıydı" diye isyan ediyor olmalı.
Aynı isyan, toplumun genişçe bir kesiminde, dört bakanla ilgili parlamentodaki yüce divan oylamasının sonuçlarına karşı da var.
Oylamadan, "yüce divana gitmesinler" sonucu çıktı. "Takipsizlik" kararı veren yargı erkinden sonra, yasama erki de şaibeli bir duruma ortak oldu...Nihayetinde, hükümetin "yolsuzlukların üzerine gidiyoruz" söyleminin içini dolduracak ne mahkemede, ne de parlamentoda yürüyen herhangi bir süreç kalmadı.
Bakanlar, meclis kürsüsüne çıkıp kendilerini bile savunamadılar. Muhalefet sıralarına bakarak, "Hayır, bu iddialarınızı, ithamlarınızı reddediyoruz" diyebilme cüretini gösteremediler.
Adında ‘Ak’ yazan, topluma ‘3 Y’ ile mücadele etmeyi vaad eden, "yolsuzluk yapan, harama bulaşan kardeşimiz de olsa, kolunu koparırız" hassasiyetini ortaya koyan, "hırsızlık yapan kızım Fatima da olsa, mutlaka cezalandırırım" diyen bir peygamberi, resminin, karikatürünün çizilmesinden incinecek kadar ‘kutsal’ addeden, sehven zekât devesine ait olan sütü içen, fakat sonra milletin malı olduğunu fark ettiği anda parmağını boğazına sokarak sütü istifra eden Hz. Ömer'i, onun adaletini sevip sayan (…) bir hükümetin, bakanlarıyla ilintili bu denli güçlü yolsuzluk emarelerine, efkârıumumiyenin beklentisine karşın, onları (üyelerinin birçoğunu Gül’ün atadığı)yüce divana göndermemesi, yaman bir çelişki ve bir o kadar da kuşkuları güçlü kılan manidar bir görüntüdür.
Geçen hafta bir de karne günü vardı…Çocukları durmadan ölen, hepsinin adlarının yazılı olduğu dövizlerin adliyelerin önlerinde nöbet tuttuğu bir ülkede böyle günlerin havası da bir buruk oluyor. Çünkü karne alamaz ölü çocuklar…