Artun Mimar, Ahmet Davutoğlu'nun Cumhuriyet Gazetesi'ne yönelik mahkeme kararıyla ilgili açıklamasında vurguladığı üç ilke ve bunların 'bilinçaltı mesajları' hakkında yazdı.
ARTUN MİMAR
Başbakan Ahmet Davutoğlu Brüksel’e gitmeden önce Esenboğa Havalimanı’nda bir basın toplantısı yaptı. Kendisine yöneltilen sorulardan birisi Cumhuriyet Gazetesi’ne verilen mahkeme kararına ilişkindi. Bildiğimiz gibi Cumhuriyet Gazetesi 7 Ocak Paris Katliamı’nın anısına, saldırıya uğrayan Charlie Hebdo satir dergisine (“malum dergiye”)ait birtakım karikatürleri basmıştı. Başbakan cevabına başlarken “bu hususla ilgili üç ilkesel tutumlarının” olduğunu söyledi. Birinci ilke şöyleydi : “Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi gerekçeyle kim tarafından yapılmış olursa olsun terör saldırılarına karşıyız. Çünkü, terör saldırılarında masum insanların ölümü söz konusudur. Paris’teki saldırıda Ahmed Merabet(polis memuru) isimli bir Müslüman(ismi Ahmet olan her insanın müslüman olduğunu düşünüyoruz burada) da öldürülmüştür” Evet, terör saldırılarında masum insanlar ölür ve Paris’te öldürülen Müslüman olmayanlar da bu terör eyleminde öldürülen masum insanlara örnek verilebilir. “Terör saldırılarına karşı olmamız sebebiyle Paris’teki yürüyüşe katıldık...bu konuda da hiç tereddüt göstermedik, tutumumuz ilkeseldir...”Ne kadar insancıl, ne kadar barış yanlısı bir tutum ! İnsan kendisini Danimarka’da hissediyor bu sözleri işitince...Fakat başbakan konuşmasına devam ettikçe siz de dinleyici olarak Kopenhag-Ankara uçuşu yapıyorsunuz. Devam edelim.
“Yine ikinci ilkesel tutumumuz şudur... : Basın özgürlüğü hakaret etme özgürlüğü anlamına gelmez. Hele hele bu, bizim şahsiyetimizden kişiliklerimizden çok daha büyük anlam taşıyan...bir peygambere, bir şahsiyete yönelik bir hakaret ise bu basın özgürlüğü değildir...” Birinci ilkenin üstünü örtmeye başlıyor başbakan. “...Bizim bu anlamda, Türkiye’de çok geniş kitlelerin büyük hassasiyetleri var...Buna rağmen o karikatürü basacaksınız, altına birtakım yazılar yazacaksınız, bu açık bir tahriktir...Türkiye söz konusu olduğunda bu ülkede hazreti peygambere hakaret edilmesine izin vermeyiz. Bu çok açık bir ilkesel tutumdur...”Evet son derece net. Ancak burada ince bir nokta var. Oraya sonra gelelim ve üçüncü ilkeye geçelim : “...Tahrik söz konusuysa, hakaret söz konusuysa, ortada çıkabilecek...bir güvenlik problemini kontrol altına almak için her türlü tedbir alınır...Açıkça, neredeyse gelin bize saldırın(!) gibi bir hakaret karikatürü basacaksınız, ister istemez(!) herhangi bir gerilimi engellemek için de güvenlik güçlerimiz tedbir alır...Tekrar geçmişte yaşanan bazı acı olaylar gibi olayların yaşanmasına izin vermeyiz(muhtemelen Sivas Katliamı’na gönderme yapılıyor)”. Ünlem işaretlerini başbakanın bilinçaltı düşüncelerine dikkat çekmek için koydum. “Gelin bize saldırın” demek, deli ya da psikopat olmayan bir Müslümanın da peygambere “hakaret” söz konusu olduğunda şiddete başvurabileceğini kabul etmek değil midir ? “İster istemez” sözünde, “istemez” kısmının asıl kast edilmek istenen olduğunu görmek zor mudur ?
Konuşma gerçekten vahim, özellikle de ikinci ilke. Şöyle ki, bu konuşma müstakbel Kouachi kardeşlere siyasi destek sağlıyor, korkunç katliamları meşrulaştırıyor. Başbakan 70 küsür milyonun başbakanı olmayı unutuyor adeta. Devletin “resmi”dininin İslam olduğunu söylüyor. Bu da şu anlamlara geliyor : Devlet insan haklarını ya da bireyi değil, (bir tek)dini ve (bir tek)peygamberi korur ve Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlet değildir, peygamberimize laf söyleyenin dilini koparırız ! O zaman şunu sormak gerekiyor : Başbakan Paris yürüyüşüne katılırken ve diğer bakanlar Paris katliamını “şiddetle kınarlarken”kim onların samimi olduğunu söyleyebilir ? Kim ölenlerin onlara göre “müstahak” olmadığını diyebilir ? Ayrıca bu konuşmadan anladığımız bir şeyin de ifade özgürlüğünün anlamının Türkiye’de anlaşılmamış olması; ifade özgürlüğü ve dolayısıyla devlet, elinde silah olan kitleleri değil, elinde kalemi olanları korur. Akıl ve vicdan sahibi insanlara sorulduğunda da bu cevabı alırsınız : Bir tarafta hassasiyetlerinden ötürü kalbi kırılanlar, bir tarafta düşünce ve fikirlerini yaydıkları için katledilenler. Hangisini seçiyorsun ?
Anlaşılamayan bir başka şey de şüphesiz satirin ne olduğudur. Satir her şeyden önce bir edebi türdür, yani sanattır. Bu edebi tür, bir insanı, ideolojiyi, dini vb. utandırarak, rezil ederek bir sosyal eleştiri yapma, okurlarına bir sosyal analiz sunup onları düşündürme amacını taşır. Bazılarına göre, toplumu anlamak adına satir tarih, antropoloji gibi bilimlerden daha yararlıdır. Örneğin bir arkadaşı Platon’a Atina toplumunu nasıl anlayabileceğini sorduğunda, Platon ona tiyatroda komedinin ustası Aristophanes’in oyunlarını tavsiye eder. Mamafih, (konumuzla uyumlu olarak din örneği üzerinden gidelim) aslında satir denilen türün amacı peygambere hakaretin ötesinde bir şeydir : Satir, peygamberi kullanarak o peygambere inananlara, basiretlerinin kaynağını ondan alanlara bir eleştiri getirir. Bu demektir ki, kutsalı olan insanlar kutsalları üzerinden eleştirilirler bu türde. Yani aslında hicvettiği peygamberin kendisi asla değildir. Nihayet, satirin bir ülkede yerleşmesi, bu orijinal türün olgunlukla karşılanması o ülkede sekülarizm, ifade özgürlüğü, tolerans gibi değerlerin de yerleşmesine bağlıdır. Başbakanın konuşmasından anladağımız kadarıyla, maalesef Türkiye bu seviyeden hala çok uzaktır.
Sonuç itibariyle, yine ikinci ilkeyi göz önüne alırsak, başbakanın ilkeleri arasındaki çelişki, konuşmayı “ifade özgürlüğü ama...”diyen “amacı takımın”düşüncelerinin bir başka şekilde formüle edilişinden ileriye taşımamaktadır. Halbuki sınırlanmış özgürlüğün özgürlük olmadığı bellidir.