Köpek ve kız
‘Beyaz Tanrı’ (Kornél Mundruczó)
Macar yönetmen Kornél Mundruczó’nun ülke sinemasının en büyük ustalarından Miklós Jancsó’ya ithaf ettiği ‘Beyaz Tanrı’nın bir rüyayı andıran açılış sahnesi, kolay kolay akıldan çıkacak gibi değil: Çıldırmış gibi görünen bir köpek sürüsü, bomboş Budapeşte sokaklarında, bisikletli bir kızı takip eder. Kız onların düşmanı mı, dostu mu, yoksa lideri midir?
Annesi ve babasının boşanmalarının ardından annesiyle yaşayan 13 yaşındaki Lili, bir süreliğine babasının yanına taşınmak zorunda kalır. Lili’nin bir yabancı gibi gördüğü baba, iyi niyetli ama yaralı ve sert bir adamdır. Lili’nin beraberinde getirdiği köpeği Hagen’dan da hiç hoşlanmaz. Hagen’ın kendini sokakta bulmasıyla, film iki başkahramanını, Lili’yi ve köpeğini izlemek üzere ikiye ayrılıyor. Bir büyüme hikâyesi ile, başrolünde bir köpeğin yer aldığı, klasik suç dramalarını andıran bir intikam hikâyesi, ortak bir masalsı finale doğru yol alıyor.
Mundruczó’nun Macaristan’da yükselen ırkçılıktan etkilendiğini söylemesine gerek yok; altmetin ziyadesiyle açık. Ancak film, altmetninden menkul, basit bir alegori gibi okununca, aslında çok da mühim bir şey söylemiyor: Irkçılık kötüdür, şiddet şiddeti doğurur, sevgi her kötülüğü yener. Filan. Aynı okuma sınıf perspektifinden de yapılabilir ve her iki durumda da naif olan final biraz can sıkıcı. Ancak paralel hikâyelerinde birden fazla türün kendine has motiflerini hiç göze sokmadan harmanlamayı başaran ‘Beyaz Tanrı’, zaten senaryosuyla değil, usta işi yönetmenliğiyle hatırlanacak bir film. İki farklı köpek tarafından canlandırılan Hagen’in bir çete reisine dönüşüp devleştiği sahneler de, Lili’nin ergenlere özgü yalnızlığı da, seyirciyi kalbinin ucundan yakalayıp tutuyor, epey salladıktan sonra usulca yere bırakıyor.
Barbanın adı yok
Çalsın Sazlar (Nesli Çölgeçen)
Belçim Bilgin’in, yine kendine göre fazla genç bir kadın rolünde iki erkeği birden baştan çıkardığı ‘Çalsın Sazlar’, iki şeyi çok iyi becermiş: Bir soru işareti etrafında dönen film, sonuna kadar gizeminin üstündeki ilgiyi korumayı başarıyor. Ayrıca, bu gizem Kıbrıs’ta olup bitenler yüzünden her fırsatta ırkçılığın hedefi olan Türkiyeli Rumları içeriyor ve mesele politik açıdan epey sorunsuz bir şekilde ele alınıyor.
Evini satacak kadar aklı yerinde olduğunu kanıtlaması gereken bir Hacı Dede, birden bire Rum bir meyhaneci olduğunu iddia etmeye başlayınca, biz de geri dönüşlerle, 60’lı yıllarda geçen heyecanlı bir hikâyeyi izlemeye başlıyoruz. Hacı Dede gerçeği mi anlatıyor, yoksa bir tür delilik mi yaşıyor?
Filmin bütününe hâkim televizyon dizisi estetiği olmasa çok daha iyi olurmuş ya, sinemamızın usta yönetmenlerinden Nesli Çölgeçen, yine de akılda kalıcı bir yakın tarih hikâyesine imza atmış. Geriye kalan bir soru işareti: Filmin iki erkek karakterinden Rum olana, sevgilisi bile neden ‘Barb’a diye hitap ediyor? Rum dediğin meyhaneci olur diye mi? Bir gecede bir bavulla kapı dışarı ettiğimiz komşularımızı bu kadarcık da olsa hatırlamamız güzel, ama sanki adlarını da anmaya başlamamız gerekiyor.