Ermenice edebiyatın en ünlü şairlerinden Yeğişe Çarents’in tek romanı ‘Yergir Nairi’ (Nairi Ülkesi), Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un ‘Kar’ adlı romanı… İkisi de, hem geçmişle, hem bugünle yüklü Kars’ta geçiyor. Çarents, Kars’taki sıkıntıyı taşla somutlaştırırken; Pamuk, şehri karla kaplıyor. Ermenistanlı edebiyat araştırmacısı Vahram Danielyan, Pamuk’un ve Çarents’in gözünden Kars’ı anlattı.
Can sıkıntısının taşlara, tenlere işlediği bir sınır şehri… Bir yanda yıkık dökük kalıntılar arasında geçmişin hafızası, diğer yanda yeni binalar, yeni yollar ve gelecek arayışı… Sınır insanları, aileler, kadınlar, ihanetler, dedikodular… Bir şehir, iki büyük yazar. Ermenice edebiyatın en ünlü şairlerinden Yeğişe Çarents’in tek romanı ‘Yergir Nairi’ (Nairi Ülkesi), Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un ‘Kar’ adlı romanı… İkisi de, hem geçmişle, hem bugünle yüklü Kars’ta geçiyor. Çarents, Kars’taki sıkıntıyı taşla somutlaştırırken; Pamuk, şehri karla kaplıyor. Ermenistanlı edebiyat araştırmacısı Vahram Danielyan, Pamuk’un ve Çarents’in gözünden Kars’ı anlattı.
Hrant Dink Vakfı’nın Kasım ayında Ankara’da düzenlediği, Türkiye-Ermenistan kapalı sınırını konu alan ‘Mühürlü Kapı’ konferansının ilgi çekici sunumlarından birini Vahram Danielyan yaptı. Yerevan Devlet Üniversitesi’nde edebiyat dersleri veren Danielyan, ‘Romanlarda Bir Can Sıkıntısı Metaforu Olarak Kars’ adlı sunumunda, Yeğişe Çarents’in ‘Yergir Nairi’ (Nairi Ülkesi) ve Orhan Pamuk’un ‘Kar’ romanlarını karşılaştırdı.
İki romanın Kars’a bakışını karşılaştırdığınızda, ne tür benzerlikler ve farklılıklar tespit ettiniz?
Çarents ve Pamuk, Kars’ı konu edinen birer siyasi roman yazdılar. ‘Nairi Ülkesi’, ünlü şair Yeğişe Çarents’in tek romanı. ‘Kar’ ise, Pamuk’un ilk ve tek politik romanı olarak duruyor karşımızda. İki yazar birbirinden etkilenmiş değil. Çarents’in eseri 1920’lerde basıldı, Pamuk’unki ise 21. yüzyılda. ‘Nairi Ülkesi’ romanının, Pamuk’un bildiği bir dilde çevirisi mevcut da değil. Dolayısıyla, iki roman arasındaki benzerliklerin şehrin özel coğrafi ve tarihi yapısından doğduğunu söyleyebiliriz. Her iki romanda da, ana siyasi aktivistler, farklı sebeplerle de olsa, romanda geçen devrimin kurbanları oluyorlar. Ancak Çarents’in eserinde tarihsel ve politik çözülme şehri paralize edip boşaltırken, Pamuk’unkinde şehir, devrimden sonra huzurunu ve sakinliğini yeniden kazanıyor.
Şöyle diyebiliriz, bu bir yazma eylemi: Çarents, ülkeyi değiştirmek için şehri kurban ederken; Pamuk, ülkeyi değiştirmek için şehri koruyor. ‘Nairi Ülkesi’ ve ‘Kar’ yalnızca iki politik roman değil, aynı zamanda iki farklı düşünürün iki farklı politik eylemi.
İki romanda Kars’a dair göze çarpan en belirgin özellik can sıkıntısı mı?
Aynen öyle; bir türlü üstesinden gelinemeyen can sıkıntısı. Bu can sıkıntısına rağmen romandaki karakterler şehri terk etmez. Bir anlamda Kars’ı, üstesinden gelinemeyen bir mekân olarak okuyoruz. Çarents’te can sıkıntısı taş ile somutlaşırken, Pamuk’un Kars’ında kara dönüşüyor.
Kars, coğrafi konumu itibarıyla önemli bir şehir. Bu coğrafi alanı romanlaştırmak, şehre dair tüm bakış açılarını da belirliyor. İki yazar da hikâyelerinin geçtiği mekânla ilgili oldukça derin bilgiye sahipler. Kars, iki romanda da coğrafi olarak aynı yerde bulunsa da, her yazar şehir içinde ve çevresinde farklı sınırlar çiziyor, bu sınırlar da hikâyenin özünü etkiliyor.
Kars’ın Ermeni geçmişi romanlarda nasıl karşımıza çıkıyor? Bu tarihin ‘can sıkıntısı’yla nasıl bir ilişkisi var?
Öncelikle, şehri ikiye ayıran çizgi, her iki romanda da görülebilir.
Nasıl bir çizgi bu?
Çarents’in ‘Nairi Ülkesi’nde, bu hat, eski ve yeni şehrin ayrımı olarak karşımıza çıkıyor. Kale, Surp Arakelots Ermeni Kilisesi ve Vartan Köprüsü eski şehirde; tren yolu, alışveriş mağazaları, park, kulüp, beş katlı bina yeni şehirde yer alıyor. Yeni şehir inşasında amaç, ‘taşın sıkıntısının’ üstesinden gelip, yeni bir yaşam kurmak. Öyle olmuyor. Eski şehrin tarihi, taşların tarihiyse; yeni şehrin tarihi, taşlaşmanın tarihidir diyor Çarents.
Peki ya ‘Kar’da?
‘Kar’da, şehrin bir tarafında, ‘Ermenilerden kalan taş binalar’ olarak tanımladığı aynı kale ve taş köprüyle birlikte birçok tarihi binanın olduğunu, diğer tarafında, yani yeni şehirde, beş sokağın ve Rus İmparatorluğu döneminde inşa edilen otobanın olduğunu görüyoruz. Yeni açılan yerlerin, ‘Yeşilyurt’, ‘Yeni Hayat’ gibi adlar taşıması, sıkıntının üstesinden gelmeyi amaçlıyor. Romanın ismi bile, geçmişin taşının sıkıntısını atmak için konulmuş sanki. Ancak, romanda karın, sıkıntının yeni sembolü olduğuna tanıklık ediyoruz. Taş binalar buza dönüşüyor, kar taşlaşıyor. Romanlarda geçen ana olaylar çizilen sınırlar içinde, genelde yeni şehirde meydana geliyor. Tarihi olayların anıları ise eski şehirle ilişkilendirilmiş.
Romanlarda sınır ve can sıkıntısı arasında nasıl bir bağ kuruluyor?
Hikâyede yer alan her sapma, her olay, Kars’ta her zaman hissedilen o yaygın can sıkıntısının bir parçası oluyor. Bir yandan, iki süper güç arasına konumlanmış, coğrafi olarak sınırı dayatılmış bir Kars var. Diğer yandan, Kars ve Karslılar için ‘sınır’ olma hali, hareket etmeyi ve sınırın ötesine geçmeyi engelliyor.
Geleneksel ve muhafazakâr yapıdan farklı aile yapıları ve kadın karakterlerin ihanetlerini görüyoruz. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Metropollerden, aynı zamanda dünyadan uzak taşra çevrelerinde ana çelişki şudur: Ya büyük şehirlerde olma arzusu ya da kendi geleneksel sistemine karşı durup bireysel kimlik oluşturarak tüm dünyanın da karşısında durma arzusu. Tüm bu aile yapılarının eserlere yansımasını bekliyoruz, ancak şaşırtıcı biçimde iki romanda da küçük topluluklara özgü aile kurumları burada işlenmiyor. Aile entrikaları ve ihanetler var. Bunlar Kars’ın can sıkıntısını dağıtmıyor. Aksine, o sıkıntının bir parçası oluyor. Çarents’te, okul müdürü ve öğretmenin eşleri kocalarını aldattıklarında, tek tepki öğrencilerin duvarlara yazdıkları alaycı yazılar oluyor, yani bir trajediye dönüşmüyor. Pamuk’un baş kahramanı Ka, şehre geldiğinde ana amacının hayatının aşkını bulmak ve yuva kurmak olduğunu fark ediyor. Ancak, Kars’ta aile mutluluğunun bir yaşam tarzı olmadığını anlıyor.
Sunumunuzda, iki romanda da gördüğümüz, kadın karakterlerin intiharının altını çizdiniz. Kadınlar için intihar, can sıkıntısından kurtulmanın bir yolu olarak mı görülüyor?
Dışarıdan bakıldığında, bu intiharlar, sıkıntının üstesinden gelmek gibi algılanabilir, ancak Kars ve Karslıların iç algısında intihar, günlük hayatın bir parçası. Yani bir anlamda, intihar da aynı can sıkıntısının bir parçası.
İki romanda da yerel gazeteler önemli bir yer tutuyor. Can sıkıntısı basında nasıl tezahür ediyor?
Sınır şehrinin gazeteleri de şehirle benzer sorunlara sahip. Basın, varolma nedenini unutmuş, fonksiyonlarını işletmekte yetersiz. Gerçekleri haber olarak formüle edemiyor, çünkü gazetelerin kendileri ‘habersiz gerçeğin’ bir parçası; şehirde her şey sadece konuşuluyor ve aslında şehirde hiçbir şey olmuyor. ‘Nairi Ülkesi’nde bir gazete var, ismi ‘Troşag’ (Bayrak) ve yurt dışından yönetiliyor. Çarents, dedikodunun bu şehirde sosyal bir olgu olduğunu, can sıkıntısının hem sebebi, hem sonucu olduğunu belirtiyor. ‘Kar’a baktığımızda, ilginç bir tesadüfle ‘Bayrak’ adlı bir radyoya rastlıyoruz, o da dışarıdan yönetiliyor. Pamuk’un romanındaki kadın karakterlerden biri, “Burada sadece iki meslek vardır; birbirimizle konuşmak ve televizyon izlemek. Televizyonu açarız ve konuşmaya başlarız” diyor. Dolayısıyla, romanlarda medya, sıkıntının üstesinden gelmiyor.
Bu iki romanı karşılaştırırken, Türk ve Ermeni edebiyatı açısından ne gibi benzerliklere rastladınız?
Yunan romanslarını inceleyen Michael Bakhtin, edebi mekâna dair tercihlerin, insan davranışlarını hiçbir şekilde belirlemediğine kanaat getirir. Başka bir deyişle, Babil’de olanlar, Mısır’da veya Bizans’ta da olabilirdi. İtalyan-Amerikan edebiyat eleştirmeni Franko Moretti, Bakhtin’i alıntılayarak, her mekânın kendine özgü bir hikâyeyi beraberinde getirdiğini ya da en azından oluşumuna zemin hazırladığını söyler. Belirli hikâyeler, belirli mekânların sonucudur ve mekân eksikliği somut hikâyelerin yaratılmasını imkânsız kılar. Moretti, tezini, farklı şehirlerin yazarlara farklı hikâyeler yazdırdığı üzerinden kurarken, ben onun tezini ters yönden tutarak inceledim. İki farklı romanda, aynı şehre baktım. Böylece şu sonuca vardım: Aynı şehir farklı romanlarda benzer hikâyeler, ortak noktalar yaratabiliyor. Bunu sadece, Çarents ve Pamuk’un incelemesi üzerinden söylüyorum, genelleme yapmak doğru olmaz. Ermeni ve Türk edebiyatı karşılaştırmasına gelirsek, tarihsel ilişkiler sebebiyle ortak edebi mekânları kullandıkları için, birçok ortak noktaya rastlamak mümkün.
Çarents: Sovyet döneminin hem kahramanı hem kurbanı
20. yüzyıl Ermenice edebiyatının en önemli şairlerinden Yeğişe Çarents (Yeğişe Soğomonyan) 1897’te Kars’ta dünyaya geldi. İlk şiiri, henüz 18 yaşına gelmeden yayımlandı. Çarents, 1915 Soykırımı, Birinci Dünya Savaşı, Sosyalist Devrim tanıklıklarını şiirine taşıdı. Güçlü edebi yönünün yanı sıra, ateşli bir devrimci ve sosyalizm savunucusuydu. Moskova’da eğitim aldı, Kızıl Ordu’da ve Kafkas Cephesi’nde savaştı. Bolşevik Partisi’ne katılan ünlü şair, 1930’larda Stalin’in baskıcı politikalarına karşı sesini yükseltti. Stalin döneminde gerçekleşen Büyük Temizlik’in kurbanlarından biri oldu ve tutuklu olarak kaldığı hapishanenin cezaevinde 1937 yılında yaşamını yitirdi. Sayısız şiirinin yanı sıra, doğduğu ve çocukluk yıllarını geçirdiği Kars’ı anlattığı ‘Yergir Nairi’ romanı büyük başarı elde etti. Ancak Çarents’in birçok değerli eseri halen Türkçeye çevrilmiş değil.