Şimdi ne yıllar ne de gerçekler Banu Alkan’ı ilgilendiriyor. Artık onun vücudu her zaman 90-60-90, artık o hep genç, artık o hep Türk sinemasının devi, artık o hep. Herkesin onu tüketebileceği bir an vardı. O anı tespit etti, o anda durdu.
Önce eski bir filmi karşıma çıkıyor. Bu İkiliye Dikkat! Banu Alkan, bu filmi Serpil Çakmaklı’yla paylaşıyor. Banu Alkan, zengin ama yalnız Banu’yu oynuyor, Serpil Çakmaklı’ysa fakir ve karanlık Serpil’i. Bu iki post-modern karakterin disko müziğiyse Ramones, Teenage Lobotomy. Filmin bir yerinde havuzun kenarında bira içen erkeği etkilemek gerekiyor. Banu’nun Helenistik terbiyesinde güzelliğe özel bir dikkat var. Banu’nun saçları bozulmamalı. O, havuza atlamak yerine havuzun merdiveninde vücudunu defalarca suya sokup çıkarıyor. Serpil ise büsbütün suya atlıyor. İşte Banu Alkan ve vakti zamanında onunla aynı kulvarda olan isimler arasındaki fark: Afrodit, kendi mitolojisinin bütünlüğüne asla ihanet etmiyor.
Sonra şimdiki zamanda, “Bu Tarz Benim”in konuk jürisinde. Demek ki yeniden televizyona çıkma dönemi gelmiş. O, milenyumdan beridir periyotlar halinde popüler kültürün üzerine çörekleniyor. Ardı ardına tüm televizyon kanallarını bombalayıp, biraz hasılat yapıp, gene kendi yuvasına çekiliyor.
Bir de, “Bu Tarz Benim”e konuk jüri olmak öyle kolay iş değil. Kendini rezil etmenin binbir yoluna girmişlere nasip oluyor o koltuk. Banu Alkan içinse yapacak çok az şey var. O her nasıl havuza atlamadıysa, kendi rol çizgisi dışına da atlamıyor. Program boyu süzüldü ve kendine tapınmanın parodisini kolaylıkla oynadı: Bir iki tatlı açıklama, aynı cümle içerisinde bir iki lüks marka geçirme, dünya sosyetesinden anıları ve en çok da Türk halkının kalbinde tapuladığı yer.
O bunu yıllardır yapıyor. Yıllardır, Banu Alkan Rolü oynuyor. Andy Warhol’un portreleri gibi, hep aynı mimik, hep aynı bakış, söyleyecek yeni bir şeye, harekete gerek yok. O, bir Andy Warhol portresi değil de, ne? Andy mezardan kalksa, pembenin değişen tonları üzerine Afrodit portreleri çoğaltsa nasıl olur? Tam oturur. Bu kadar olur.
Pop Art’ın yegane kuralı; yüzeyi dondur. Görünürde kısmi bir felç. Hatta bir ölüm. Star olarak ölürsün; mezar taşı gibi taşıdığın yüzüneyse kendi imgen kazılıdır. Pop Art düzlemine taşınmış bir kişi ya da bir obje için artık bir başka yan anlam, bir başka sembol yok. Marilyn, Elizabeth ya da kola şişeleri; kim onları kendilerinden daha iyi karşılayabilir ki. Bu ölüm anını resmetmeli, çoğaltmalı. Bir tek o anda kalmalı.
Banu Alkan’a öyle oldu. Dondu. Şimdi ne yıllar ne de gerçekler Banu Alkan’ı ilgilendiriyor. Artık onun vücudu her zaman 90-60-90, artık o hep genç, artık o hep Türk sinemasının devi, artık o hep. Herkesin onu tüketebileceği bir an vardı. O anı tespit etti, o anda durdu.
Alamet-i farikası Banu Alkan Rolü’nü devam ettirebilmek için yapmayacağı şey yok. Onun bu gayretinin vardığı nokta, bizim eğlencemiz. Hem başka kim tamamen araklama bir şarkının nakaratında, kendi sesiymiş gibi, başka birinin sesini kullanabilir, sonra da hiçbir şey olmamış gibi, beyaz beyaz orkidemi ne güzel okudum bebeğim, diyebilir ki? İyice ileri gittiği bir örnek: Benim filmlerimden sonra Türkan Şoray işsiz kaldı. Bir tane daha: Ajda yıllarca ben olmaya çalıştı.
Şimdi bu cümleleri bir başkası kursa? Mesela zamanında onunla aynı kulvarda yarışan Oya Aydoğan’ın, Serpil Çakmaklı’nın ya da Ahu Tuğba’nın ağzından çıksa? Ama Banu Alkan’ın meselesi de bu, kendi karton tanrıçalığına olan karton inancı. Ta en başından “eğlence”nin ne olacağının pazarlığına girişmesi. Bir de, çok akıllıca bir tavırla, onu “ünlü” yapan şeyleri kısıtlayabilmesi. Onun “Banu Alkan” olmak dışında hiçbir şeye ihtiyacı yok.
Söylediklerinin gerçek olup olmamasının ne önemi var? Kendine bir rol seçip seçmemesi ya da gerçekliğinin ne önemi var? Öyle ya da böyle, Banu’nun yakıta ihtiyacı var. Şöhretin yakıta ihtiyacı var. Promosyon makinesinin yakıta ihtiyacı var.
Role gereksinmediği yıllar da yaşadı. Evli ve zengin iş adamı Gürbüz Hanif’le 20 yıl süren ilişkisinin ışıltısında belki gerçekten her tepe ona Olimpus görünüyordu. Hem 80’li yılların poster kızıydı. Özelleştirmenin ekstazilerindendi. Filmlerinin Türkiye yüzeyini havuz kenarları, gece kulüpleri, yalı partileri, yat gezileri belirliyordu. Hayatından paylaştığı anlarda hep sınırsız bir ekonomik güce sahip olmaktan bahsediyordu; canı kruvasan çekerse Paris, saçını yaptırmak için Londra ama sonunda illa ki Türkiye. Ayrıca Özal’ın küreselleşen Türkiye’sinin, küresel sosyete elçiliğini üstlenmişti. Büyük bir hızla ve hırsla tüketmek isteyen bir ülkenin sanrıları, Banu Alkan’ın zevk anlarıydı.
Şöhret masalı bir kere de onun için tekrar etmişti: Bir yılbaşı gecesi, daha 5 yaşındayken, Yugoslavya’nın yaban gülü Remka, kendisini İstanbul’da buluyor. Sonra Yaprak ismiyle göçmen yılları. Gençliğin Yaprak’ı kendisini bir derginin güzellik yarışmasında buluyor. Geleceğe göz dikmiş herkes gibi tabii ki ilk başta başaramıyor, kendisi aksini iddia etse de, birinci olamıyor. Ama ünlü oluyor. Banu Alkan oluyor. Hemen yolun başında da Gürbüz Hanif’le tanışıyor. Sonrası malum: kendi Olimpos’una ulaştığına kanaat getirince çantasından çıkardığı simlerle yazılan Afrodit.
Pop trajedisi devreye girmeseydi, ne olurdu? Banu evinde sessiz sedasız yaşlanmayı kabul eder miydi? Kedisiyle tatlı tatlı günlerini geçirir miydi? Arada eskinin resimlerine bakarak, geçip gider miydi?
Fakat öyle olmadı. Gürbüz Hanif’in vefatıyla birlikte Banu Alkan kendini yalının dışında buldu. Her şeyi, her bir kuruşu, en çok da koskoca 20 yılı elinden alınarak. Sevdiği insanın kaybıyla ve hayata karşı büyük bir korkuyla.
Eh, ona da yapacak tek bir şey kaldı. En başa dönmek. Yıllardır gözükmediği oyuna geri dönmek. Ta en başından başlamak. Yeniden, oynamak.
Her şey bitip de evine döndüğünde, evinin ışıkları kapandığında, omzundan kürkü, yüzünden makyajı çıkınca Banu’nun ne hissettiğini kimseye belli etmeden yaşamaya çalışmak.
Bir de, arada sırada Fikret Mualla tabloları satmak.
Kim, neden buna şaşırır ki?
Yine Andy Warhol’a dönersek, sanat işi başka, iş sanatı başka.
Banu Alkan’da iş sanatı yapıyor. İş sanatının gerekliliklerin bir bir yerine getiriyor. Konu iş sanatı olunca, onca kurmaca, gerçeğe dönüyor. Ağzından çıkan cümleler silsilesi içerisinde bir tanesi, gerçeğin yerini tutuyor:
“Da Vinci'm olsa onu da satardım.”
İş sanatı bu.
Fikret Mualla ya da Da Vinci bile dinlemiyor.