LORA BAYTAR ÇAPAR

Lora Baytar Çapar

MUTLU AZINLIK

Gelenek olduğu üzere, Musadağ’ın yedi Ermeni köyü için yedi kazan harisa hazırlandı. Ama hepsinin içi her yılkinin yarısı kadar doluydu. Mevcut şartlarda suyun bile zor bulunduğu böyle bir zamanda harisa kazanlarının başında toplanan köy halkı belki tarihinde ilk kez davul zurnasız harisa pişirdi. “Davul zurna çalmadan harisa pişmezmiş” derler; pişermiş meğer, yaşadıklarımız bize bunu da gösterdi.

Antakya’nın olmazsa olmazlarından biri de ‘bahur’dur – nazarı, kötülükleri uzaklaştırdığına inanılan kutsal tütsü... Antakya dışında hiçbir yerde karşılaşmadım ben bahurla; hatta, eskiden bunun sadece Ermeni kültürüne özgü olduğunu sanıyordum. Buraların özel bir şivesi de var; ben ‘Antakyaca’ diyorum buna, çünkü bilmeyen için anlaması zor. İlk şaşkınlığımı ‘konuşturmak’ kelimesini duyduğumda yaşamıştım.

Deprem bölgesindeki hava, mevsim normallerinin çok üzerinde, sıcak. Konteynırlarda hayat zor ama, hâlâ çadırlarda kalanların var olduğunu bilince, konteynır, bardağın dolu tarafı gibi duruyor. Yaşam şartlarına bakalım istiyorum, hayat pahalılığından bahsetmek... Farklı şehirlerdeki insanların yardım çabasına rağmen depremzedelerin birbirine karşı nasıl acımasızca davrandığından. Ev kiralarından başlayalım öncelikle.

Richard G. Hovannisian, Türkiye’ye ilk kez 2006’da gelmişti. Bir iş, görev veya konferansa katılmak için değildi gelişi. Anne ve baba tarafından Elazığlıydı; amacı, yıllardır dinlediği ve hep bildiği ancak sadece hayalinde yaşattığı ata topraklarında dolaşmaktı. Hovannisian geziye eşi Vartiter’le birlikte, Erzurum’dan başlamıştı. Bense Elazığ’da katılmıştım ekibe.

Anılarla birleşen mekanların kaybı sızlatıyor insanın kalbini. Ötesi soğuk bir duvar belki ama şu geçen 10 yılda yok ki Antakya’nın değmediğim köşesi…

Vakıfköy Türkiye’nin son Ermeni köyü olsa da kendi kültürü olan, özel bir bölge. Evet, dili Ermenice ama Musadağ Ermenicesi yani ‘Kistınıg’. Köyün çocukları, depremden sonra, İstanbul’da ve diasporada konuşulan ve Kistınıg’dan çok farklı olan Batı Ermenicesini de öğrenmeye başladılar, Peki ya bundan sonrası? Herkes soruyor, “Temelli mi gidiyorsunuz?” diye. Cevabı henüz bilmiyoruz.

Artçılarda bile insan normalinden uzaklaşmıyor artık. Şimdi korkum, unutmak. Ama somutları değil soyut tarafta kalanları. Depremi yaşayanlar o gerçekliği kesinlikle unutmayacak, hafızalarımız o kadar da ‘nisyanla malul’ olmayacak ama bire bir yaşamayanların çoğu unuttu bile. Hem de İstanbul’da yaşadıkları hâlde.

Jan Abrahamyan Beyrut-Ancar’da hayatının ilk yıllarını yaşar ama Kanada’da hayatına devam eder. Bir gün, Musa Dağ’da çekilmiş bir Asdvadzadzin [üzüm kutsama yortusu] videosunu izlerken gördüğü bir kadını, kendi babasına benzetir. Aslında bu kadın halasıdır ve o, bunu bilmeden, bir akrabası olduğunu tahmin etmiştir. O günden sonra, Musa Dağ’da akrabalarının olduğu fikri hiç bırakmaz peşini. Bir süre sonra, bir arkadaşının Musa Dağ’a gideceğini öğrenince, eline bir kamera tutuşturup “Bu kamera benim gözüm olsun, seninle birlikte dolaşsın oralarda” der ve böylece Abrahamyanların Musa Dağ yolculuğu başlar.

İnsanlar iki gruba ayrılmıştı: Enkaz altında kalanlar ve sağ kurtulmayı başaranlar. Bugünün siyasetindeki taraflarda tanımlanacak tek gruplaşma buydu. Kadın, çocuk, Ermeni, Türk, Alevi, Sünni olmaktan öte bir duyguydu yaşadığımız. Ölümün soğuk yüzü... Ama günler geçtikçe bu durumdan siyaset üretildi.