'Sivas' filminde istenilen erkek olma yolunda değişen, değişmeye zorlanan bir çocuğun; ‘Viviane Amsalem: Boşanma Davası’nda da tam da istenilen 'fıtratına' uygun olarak yetişkin olmuş erkeğin kadınların hayatına etkisini açıkça görebiliyoruz.
Bu yıl 20’ncisi düzenlenen Gezici Festival kapsamında ‘Sivas’ ve ‘Viviane Amsalem: Boşanma Davası’ filmlerini ard arda izleme şansını buldum. Bilerek yapılmış bir seçim değildi bu. Ancak nasıl denk gelen bir tesadüf olduğunu filmler bittikten sonra anladım. Sivas filmi üzerine yazmak istememin sebebi, filmin bir çocuktan nasıl erkek yaratıldığını ele alıyor olması. Viviane Amsalem filmi de yaratılan bu erkeğin kadına neler yaptığını anlatıyor. Bu sayede iki filim birbirini tamamlıyor diye düşünüyorum.
Filmler gösterimde olduğu için detay vermemek adına çok fazla içeriklerinden bahsetmeyeceğim. Ama pek çok başka yazı ve röportajda bahsedilen bazı sahnelere değinerek filmlerde sorunlaştırılan erkeklik algısına değineceğim.
Sivas: İtinayla erkek yaratılır
Sivas filminin yönetmenliğini ve senaristliğini Kaan Müjdeci yapıyor. Film 11 yaşındaki Aslan’ın büyürken karşılaştığı çelişkileri ve çatışmaları ataerkil toplumdaki şiddet, cinsiyetçilik ve sınıfsal farklılıklar üzerinden ele alıyor. Aslan 23 Nisan için düzenlenecek Pamuk Prenses piyesinde prenses olacak Ayşe’ye aşıktır ve piyesteki prens rolünü ister. Prensliği muhtarın oğlu kaparken, Aslan yedi cücelerden biri olur. Yaşadıkları köyde köpek dövüşleri yapılır ve bir gün öldü sanılarak terk edilmiş Sivas adında kangal köpeğiyle karşılaşır. Bu andan itibaren Aslan çocuk dünyasından çıkıp erkek olmanın ne demek olduğunu öğreneceği bir sürece girer.
Bu zamana kadar kadın fıtratından, verili ve normal kabul edilen kadın rollerinden bahsettik ancak bu durumun diğer sayfasını ele almazsak anlatacaklarımız eksik kalır. Ataerkil sistem sadece bir kadın fıtratı yaratmaz. Aynı zamanda bu kadının tabi olmasını beklediği erkeğin de fıtratını kurgular. Başka bir deyişle ataerkil toplumda kurgulanan erkeklikler ve erkeklik kodları da bulunmaktadır. Sivas bize bunu ince ince kanıtlayan bir film olmuş. Bu filmde de gördüğümüz gibi bu erkeklik algısı ve kodları öyle işliyor ki küçük bir çocuğun masumiyetini ve çocukluğunu yalnızca erkek doğduğu için değiştirebiliyor. . Örneğin Sivas’la ilk karşılaştıklarında Aslan’ın korkmadan, soğuğa, karanlığa ve köpeğin yaralı korkunç haline rağmen köpeğin yanından ayrılmadan onu beklemesi erkekliğe adım attığı bir an. Daha sonra ağabeyinin onu ve erkekliğini kutlayacak şekilde şarkılar ve türküler ile eve götürmesi de bu durumun kutsanması gibi. Filmi izlerken adım adım Aslan’ın bu erkeklik kurgusu ile karşılaşmasını ve kabul edilegelen erkek doğasına uyumlu olabilmek (normal olabilmek) için nasıl değişmek zorunda kaldığını izliyoruz.
Yönetmen bu değişimi anlatırken aynı zamanda sınıfsal bir bakış açısı da sergilemiş. Prensliği muhtarın oğluna kaptırmasının yanı sıra köpek dövüşü sonrasında çobanlık yaptıkları için Aslan ve ağabeyini sıradan köylülerin bile arabasına almaması sınıfsal farklılıkları bize yansıtır. Ancak ne zaman ki Aslan, Sivas aracılığı ile köydeki ve diğer turnuvalardaki dövüşleri kazanmaya başlar, o zaman Aslan ve ağabeyi köyün en güçlü ve statülü kişisi olan muhtarın arabasında seyahat etmeye başlar. Bir anlamda Aslan köpeğinin başarıları (!) sayesinde sınıf atlar. Yine de Aslan’ın köpekle ilişkisi Ayşe’ye hava atmak, diğer erkeklerin arasında var olmak için değildir. Aslan her şeye rağmen Sivas’ı sever, muhtar ve tayfasının ‘dövüşmek köpeğin fıtratında var’ ısrarına karşı çıkışları da bundandır.
Bu açıdan film, Aslan’ın içerisinde olduğu çatışmayı başarılı bir şekilde bize sunar. Bir yandan, tüm isyanlarına rağmen Ayşe’yi severken, bir yandan Sivas için endişelenen Aslan’ın, şiddeti ve cinsiyetçi bakış açısını var olmanın temeli sayan yetişkin erkekler arasına girip onlardan biri olmaya çalışmasının yarattığı gerilimi yönetmen etkili bir şekilde yansıtmış. Sivas’ın köpek dövüşlerini Aslan için kazanmaya başlamasından itibaren muhtar ve diğer yetişkin erkeklerin Aslan’ı içine sürükledikleri şey bana Rakel Dink’in sözlerini hatırlattı: “Bir bebekten katil yaratan karanlık.”
Viviane Amsalem: Boşanmak istiyorum!
Sivas filminde yaratılan erkeği az çok aklınızda hayal edebildiniz mi? Şimdi o erkeğin büyüyüp, evlenip, çocuk sahibi olduğunu düşünün. Ve bir gün evlendiği kadının bu adamdan boşanmak istediğini ama içerisinde yaşadığı toplumun sırf kadın istiyor diye “gerekli” bir gerekçe sunmadan kadını bu kocadan boşamadığını hayal edin. İşte Viviane Amsalem bahsettiğimiz o kadın. Film, Viviane’ın agresif kocası ve haham yargıçlara karşı yasal olarak evliliğini bitirme mücadelesini anlatır. Ancak toplumsal cinsiyet algısı, toplumda kadının görevleri ve yerine dair verili algılar nedeni ile boşanma süreci tam beş yıl sürer. Haham yargıçlar Viviane'ye kocasını boşama izni vermez. Boşanmak için kocanın iznine tabi olmak? İsrail'de bir kadın evliliğini bitirmek istiyorsa buna hakkı yokmuş. Dini mahkemenin kocasına boşanma izini vermesi için boşanmaya bir gerekçe bulması gerekiyor. "Şiddetli geçimsizlik", “evli kalmak istemiyorum” ya da “boşanmak istiyorum” gibi sebepler birer gerekçe değil.
Film kadının bireyselliğinin yok sayıldığı, erkekliğin yüceltildiği ve kadının yüceltilen bu erkeğe ancak denk olabileceği bir toplumda (Türkiye gibi) Viviane’nin yok sayılan deneyimlerine ve hayatına odaklanıyor. Viviane'nin ve ona tanıklık yapmaya gelen kadınların bu normlara uymadığında nasıl da “aykırı”, “yuva bozan”, “aile değerlerini yıkan”, “toplum zararlısı” olarak görüldüklerini yüzümüze çarpıyor.
Film bir mahkeme salonunda altı erkeğin arasında tek kadın olarak Viviane’nin sessizliği ve bedeni ile her şeye rağmen varlığını hissettirdiği mücadelesini çok çarpıcı bir şekilde anlatırken, Sivas filminde yaratılan erkeğin büyüdüğünde karşımıza nasıl çıkabileceğini de Viviane’in avukatı dışındaki bu beş erkek ile çok etkili yansıtıyor. Özellikle filmin başında, Viviane siyahlar içinde ve saçları toplu halde mahkeme salonunda oturur. Beş yıllık süreci izlerken, ne yargıçların ne de kocasının fikrini değiştiremeyeceğini anladığında ise renklenen kıyafetler, açılan saçlar, gülümsemesi ve bazen de haykırışları ile inadına “ben buradayım!” deyişi bence erkeklikle mücadelede kadının bireyselliğine ve deneyimlerine çok güzel vurgu olmuş.
Son söz olarak Türkiye’de erkeklik, toplumsal cinsiyet ve kadın hakları (ve Sivas filmine özel hayvan hakları) çalışanların bu iki filmi izlemesi gerekir diye düşünüyorum. Birinde çocukluktan istenilen erkek olma yolunda değişen, değişmeye zorlanan bireyin; bir diğer filmde tam da istenilen erkek fıtratına uygun olarak yetişkin olmuş halinin kadınların hayatına etkisini açıkça görebiliyoruz. İlk filmde sadece aşık olunan kadın olarak görebildiğimiz kadını ise ikinci filmde bir mücadelenin öznesi olarak görmek de umut verici.