Sinema filmi, sinematografik anlatımdaki zayıflıkla eleştirilebilir. Tuhaftır ki, ‘Kesik’ hakkında, bu noktalara değinen eleştirilere pek rastlanmıyor. Genellikle filmin ‘biz’i ne kadar kötü gösterdiği, bir başka açıdan da, yeteri kadar göstermediği konu ediliyor.
Fatih Akın’ın merakla beklenen son filmi ‘Kesik’in Türkiye’deki ilk resmi gösterimi, 1 Aralık Pazartesi günü Kanyon AVM’nin sinema salonunda, basın mensuplarına yönelik olarak yapıldı. Çoğunluğunu gazetelerin sinema eleştirmenleri ve kültür-sanat muhabirlerinin oluşturduğu izleyiciler, gösterimin ardından filme dair sorulara muhatap oldular. Daha sonra basından izlediğimiz kadarıyla, genel temayül filmi beğenmeme çizgisindeydi. Kimileri filmi taraflı (sanki tarafsızlık makbul bir şeymiş gibi), kimileri de derinlikten yoksun bulmuştu.
İlginç bir şekilde, filmin Almanya gösterimini izleyen kimi Ermeniler de, Akın’ın filminin soykırımı yansıtmakta yetersiz kaldığını belirtiyorlar. “Belli ki yönetmen filmden önce Ermeni edebiyatından örnekler okumuş ama meselenin tarihsel yönünü aktarmakta yetersiz kalmış” gibi cümlelerle, küçümseyici yorumlarda bulundular.
Eleştiriler sanata haksızlık
Bizce sorun, kurmaca bir filme kendi muradının ötesinde anlamlar yüklenmesinden kaynaklanıyor. Fatih Akın, bir röportajda, soykırım filmi yapmak niyetinde olmadığını açık açık söylemişti. Dolayısıyla soykırım gerçeğinin yeterince anlatılmaması ya da taraflılık eleştirileri, sanata ve sanatçıya yönelik saygısızlıktan başka bir anlam taşımıyor.
Sinema filmi, sinematografik anlatımdaki zayıflık, filmin belli bir tempoyu tutturamaması, meramını anlatamaması, oyuncuların rollerinde gerçeklik duygusunun oluşmaması, kameranın ve müziğin iyi kullanılmamasıyla eleştirilebilir. Tuhaftır ki, ‘Kesik’ hakkında, bu noktalara değinen eleştirilere pek rastlanmıyor. Genellikle filmin ‘biz’i ne kadar kötü gösterdiği, bir başka açıdan da, yeteri kadar göstermediği konu ediliyor.
Aslında bu eleştiriler de anlaşılabilir. Türkiye insanı, ‘Geceyarısı Ekspresi’ filmiyle yüzleşince de aynı hassasiyeti göstermişti. 12 Eylül’ün nasıl bir zulüm dönemi olduğunu bildiği halde, olanların Batı’da çekilen bir filmde gösterilmesi rahatsızlık yaratmıştı. Aynı şekilde, Ermeni izleyici de Henry Verneuil’ün ‘Anne’ ve Atom Egoyan’ın ‘Ararat’ adlı filmlerinde olduğu gibi, bir sanat filminden 1,5 milyon insanın öldüğü, 2,5 milyon insanın anayurdundan kazındığı olayın panoramik yansımasını beklemekteydi.
Hikâye içinde hikâye
Oysa Fatih Akın, Yılmaz Güney sinemasına özgü, hikâye içinde hikâye anlatma yöntemiyle, hem tarafsızlık, hem de derinliksizlik eleştirilerini boşa çıkarıyor. Henüz filmin başında, iki Mardinli Ermeni arasında geçen bölümde bile, Ermeni toplumu içindeki sınıfsal farklılıkların, kişilerin hayata ve siyasete bakışını nasıl belirlediğini görmüş, asker kaçakları çetesinin soygununda ise bu ayrımın sonuçları ortaya çıkmıştı. Resulayn’da açlıktan ölen insan görüntüleriyle dolu kamp sahnesi veya su kuyusunda çürümeye bırakılan cesetler, tabii ki hazmı zor görüntüler, ama gerçekliklerini kimse yadsıyamaz. Bu görüntüleri Sam Peckinpah veya Steven Spielberg filmlerinden yadırgamayanlar, Fatih Akın’a aynı tahammülü, nedense gösteremiyorlar.
Akın filmin belli bölümlerinde soykırım suçuna katılımın nasıl ülkedeki bütün Müslüman grupları kapsadığını ustaca bir yöntemle, ulusal giysilerle aktarıyor. Bir şey söylemelerine gerek kalmadan, Türkleri, Kürtleri, Çerkesleri ayırt edebiliyoruz. Filmdeki önemli gruplardan biri de, I. Dünya Savaşı boyunca ülkenin en önemli asayiş konularından olan asker kaçakları. Onların dağlardaki eşkıyalıklarının izleri, günümüze kadar gelen çaresizliğin dışavurumu değil de ne?
Amerika’da sıkışmış Ermeniler
Mardin’de başlayan film, Resulayn, Halep, Beyrut, Havana, Florida üzerinden, Kuzey Dakota’nın Ruso kentine kadar uzanan bir yol hikâyesi aynı zamanda. Bu hikâyede birbirine benzeyen yüzlerle ifade edilen yetimhanelerde kalan çocuklar, o yetimhanelerin yöneticileri olan misyonerler, sabun imalatçısı ve tüccarı Ömer Nasrallah tipiyle betimlenen iyi Müslümanlar, fırsatçı madrabaz Ermeniler, rüyalar ülkesi Amerika’da demiryolu yapımında çalışan yoksul Ermeni ırgatlar ve daha niceleri, üzerinde birçok kez düşünmeye değer hikâyeler sunuluyor, dikkatli izleyiciye. Üstelik, pek çoklarının duymak istemeyeceği hikâyeler bunlar. Siz, Amerikan Diasporası’na dair anlatımlarda, bir barakaya sıkışmış o ırgatlarınkine benzer yaşam öyküleri duymuş muydunuz daha önce?
Fatih Akın’ın filmi, hazmı zor bir tat sunuyor. Hazmı zor ama, kesinlikle derinliksizlikle eleştirilemeyecek bir yapıt bu; dönüp dönüp bir daha izleme ihtiyacı duyacağımız cinsten bir film...