Böyle buyurdu Fuad Köprülü: Taş yok mu, taş, taş?

Edebiyat Araştırmaları’ndaki ‘Türk Edebiyatı’nın Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Tesirleri’ makalesini semptomatik bulmamın nedeni basit: Ulus inşası gibi ‘ciddi’ bir süreçle edebiyat gibi bir hafifliğin (hatta kendisinin bile değil, tarihinin) ne tür bir ilgisi olabileceğini çok net bir biçimde gösteriyor.

MURAT CANKARA

Ahmet Mithat Efendi ‘Müşahedat’ (1891) romanının önsözünde millî romanı ‘Müslümanlar arasında geçen roman’ olarak tanımladığından beri gayrimüslimlerin Türkçe romanda varlığı millîliğe halel getiregelmiştir. (Hakkını yemeyelim: Ahmet Mithat gayrimüslimlerin romandaki temsilinde bir letafet bulduğunu belirtmiş, üstelik bunu etnik kimliklerin bir arada yaşamalarının bugüne oranla çok daha güç olduğu bir zamanda yapabilmişti). Dolayısıyla, bilimsel yöntemin şiarını —sözlü kültürde yaşayan toplumlarda olduğu gibi— önceki kuşakları ufak tefek değişiklik ve eklerle tekrarlamakta bulan Türk edebiyat tarihçiliği (akademik teamüllere göre Tanpınar, Köprülü’yü; Mehmet Kaplan, Tanpınar’ı; İnci Enginün de Mehmet Kaplan’ı —haşa— aşmamalıdır), Türkçe edebiyatta gayrimüslimlerle ilgili ne varsa karşılaştırmalı edebiyatçılara havale etme eğilimindedir. Örneğin alanın önde gelen isimlerinden İnci Enginün, içinde gayrıtürk unsurların bulunduğu makalelerinin (“Romanlarımızda Ermeni Tipleri”, “Edebiyatımızda Yunanlılar”, “Romanımızda Yabancı Okullar” vb.) tümünü ‘Mukayeseli Edebiyat’ kitabında toplamıştır. 

‘Bir ve ancak bir ulusal kültür ve edebiyat’

Bu ve türevi makale, kitap, tezlerin vardığı sonuç, “Romancının Ermenilere karşı, mensup oldukları kavim dolayısıyla en ufak bir menfi duygu beslemediği”dir. (Türkçesi: Bu romanlardaki Ermeniler, Ermeni oldukları için değil, alçak oldukları için alçaktırlar.) Hâlbuki “Yabancı yazarlarda Türk düşmanlığı öylesine derine işlemiştir ki her kötülük ile Türk’ü birleştirenler çoktur”. Karşılaştırmalı edebiyat denince akla gelen ikinci unsur, içimizdeki değil dışımızdaki gayrıtürklerdir ki bu da kabaca başka ulusların edebî geleneklerine ‘bulaşmak’ anlamına gelir. Her ulusun “bir ve ancak bir ulusal kültür ve edebiyat”ı olduğu, üstelik bunların tıpkı Afrika haritasındaki gibi net ve düz çizilmiş sınırlarla birbirinden ayrıldığı varsayımından hareketle, iki geleneği temsil ettiği düşünülen birkaç eserdeki şu ve bu ayrıntılar önce listelenir, sonra da bu liste —farklılıkların altını çizen ve (eğer varsa) benzerlikleri mutlaka lehte kullanan ve muhtemelen güncel politikaya göz kırpan— kısa bir sonuç paragrafıyla taçlandırılır. Gerçekçilik kavramını uluslar-üstü ve art-zamanlı bir biçimde ele alan Auerbach ‘Mimesis’iyle ya da bundan iki buçuk yüzyıl önce resim ve şiirin sınırları üzerine kitap yazan Lessing, ‘Laokoon’uyla Türkiye’de karşılaştırmalı edebiyat doktorası almak için başvurmuş bulunsalar (neden olmasın: çılgın, çılgın, çılgın bir dünya bu!) herhalde jüri tarafından şamar oğlanına çevrilirlerdi. Vah!

Duvar örme çabası

Alfa Yayınları, geçtiğimiz ay içerisinde, Türkiye’de karşılaştırmalı edebiyatın kuruluşu bakımından semptomatik bir makaleyi içeren bir derleme yayımladı: Fuat Köprülü’nün ‘Edebiyat Araştırmaları’; söz konusu makale, ilk defa 1922 yılında yayımlanan “Türk Edebiyatı’nın Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Tesirleri”. Köprülü’nün Hippolyte Taine ve Gustave Lanson geleneğine bağlı kalarak Türk ulusuna bir edebiyat tarihi inşa etmeye çalıştığını, onu üç döneme ayırdığını (İslamiyet’ten önceki, İslam medeniyeti tesiri altındaki ve Avrupa medeniyeti tesiri altındaki Türk edebiyatı), “millî olan”ın şüphesiz bunların ilkinde bulunabileceğini belirttiğini burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Zaten bunu kendisi de gizlemiyor: “Edebiyat tarihine hevesli her Türk genci, henüz inşâ malzemesinden hiçbiri hazır bulınmıyan bu büyük millî ve ilmî âbide için, izah edilen usuller dairesinde hiç olmazsa birer taş getirmeye çalışmalıdır.” ‘Edebiyat Araştırmaları’ da aslında Köprülü’nün kendi getirdiği ve bazen de yonttuğu taşlarla bir duvar örme çabası. Derlemede Türk edebiyat tarihinde yöntem, Türk edebiyatının kökenleri, saz şairleri, âşıklar, ozanlar, şamanlar, meddahlar, aruz ve millî edebiyat konularında toplam 11 makale var. İlki 1915, sonuncusu 1962, çoğunluğuysa 1920’li ve 30’lu yıllarda yayımlanan bu makaleler, hem ulus inşa sürecinin edebiyat tarihi yazımıyla ilişkisi bakımından hem de ortaya konulan bilginin büyük ölçüde aşılamamış ve bazı alanlarda hâlâ kullanılıyor olması bakımından önemli. Türk edebiyat tarihinde yöntem üzerine Köprülü’nün 1923’te yazmış olduğu makaleden beri kapsamlı bir şey yazılmamış olduğunu düşünürsek durumun ciddiyeti daha iyi anlaşılıyor. (Diğer bir akademik teamül: “E, onu Köprülü daha önce yapmış işte!”) Vah!

‘Aşıklık geleneğini sahiplenme çalışmaları’

Edebiyat Araştırmaları’ndaki ‘Türk Edebiyatı’nın Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Tesirleri’ makalesini semptomatik bulmamın nedeni basit: Ulus inşası gibi ‘ciddi’ bir süreçle edebiyat gibi bir hafifliğin (hatta kendisinin bile değil, tarihinin) ne tür bir ilgisi olabileceğini çok net bir biçimde gösteriyor. “Birbirleriyle uzun müddet temasta bulunan milletlerin, bütün içtimaî müesseseleri gibi, edebiyatlarını tedkikde de bu ‘mukayese’ (comparaison) usûlü çok faydalıdır” diyerek yola çıkıyor, Köprülü. Ancak bu ilk bakışta makul gibi görünen istekle birlikte anlıyoruz ki aslında söz konusu olan, ‘bilimsellikten uzak’ Ermeni araştırmacıların bir süredir Türk milletinin en saf, en dolaysız bir timsali olan âşıklık geleneğini sahiplenmeye çalışmaları. (Sonu gelmeyen -akademik kisveye bürünmüş— siyasi teamüllerden biri: “Adamlar çok iyi çalışıyorlar, biz sesimizi duyuramıyoruz”). Burada ciddi bir sınır ihlali söz konusu.

Arşag Çobanyan’la polemik

Köprülü de hemen bir operasyon düzenliyor. Üstelik âşıklık geleneği millî kültürün en son kaptırmak isteyeceği ‘unsur’lardan. Zira folklor çalışmalarından da bilindiği üzere, her zaman melezlik tehlikesi taşıyan kozmopolit yazılı/yüksek kültürün aksine (Bâkî’nin Ermeni çıkması o kadar da sorun olmayabilirdi) Türk’ün ruhunu en saf ve dolaysız bir biçimde yansıtan, necip Türk milletinin değerlerini temsil eden bir gelenek. İşin ilginç yanı, Köprülü’nün polemiğe girdiği edebiyatçı, gazeteci ve siyasetçi Arşag Çobanyan’a ya da onun yazdıklarını kullanan Fransız arkeolog ve Mısır uzmanı Jacques de Morgan’ın (kim bir Fransız’dan daha batılı olabilir ki?) yazmış olduğu Ermeni tarihine bakıldığında, benzer bir sahiplenme (appropriation) dili dikkat çekiyor. Morgan 1919’da yayımlanan kitabında âşıklık geleneğini Türklerden almakla kalmıyor, Köprülü’nünkine çok benzer bir dil kullanarak onu Ermenilere veriyor ve daha da ileri gidip ‘Ermeni ruhu Aryan’ olduğundan kelli, bu gelenekle Antik Yunan sözlü geleneği (Homeros diyeyim de yüreğinize insin) arasında bir ilişki olduğunu iddia ediyor ve benzerlikler bulup çıkarıyor. Kısacası burada edebiyat tarihi üzerinden düşük yoğunluklu bir sahiplenme (‘temellük’ sözcüğü yerini bu kadar bulmuş mudur acaba?) savaşı var. Makale ‘tesir’ (influence) kavramının edebiyat incelemeleri açısından ne kadar sorunlu olduğunu göstermek bakımından da iyi bir örnek. Zira Ermenilerle Türklerin kültürel ilişkisine/etkileşimine/alışverişine dair akademik/bilimsel çalışmalar ortaya koymaktadır ki bu tek taraflı bir alışveriştir ve veren hep Türkler olmuştur. (“Hep biz mi tesir altında kalacağız?”) Vah!

Köprülü’den tam 70 yıl sonra…

İster Köprülü’nünki olsun isterse Çobanyan ya da Morgan’ınkiler, çabalarının benzerlerini farklı ulusal kimlik inşa süreçlerinde görmek mümkün. Yani bu anlaşılır (kabul edilebilir demiyorum) bir durum. Burada çarpıcı olan, Köprülü’nün ‘tesir’ kavramını kullanan bu ‘karşılaştırmalı’ yaklaşımının Türkiye akademisinin pek çok alanında hâlâ geçerli olması. Lütfen ağlamayacağınıza söz verin: Köprülü’den tam 70 (yetmiş) yıl sonra bir Türk edebiyatı profesörü, Sasunlu David’in olağanüstü bir kılıca ve ata sahip olmasını bu destandaki Türk etkileri olarak tespit etti. Vah!

Danışabileceği bir meslektaşı da yok  muydu?

Köprülü hiç Ermenice bilmediği halde (Metin And’ın yapmış olduğu gibi danışabileceği bir meslektaşı da yok muydu?) Ermeni ve Türk edebiyatları üzerine karşılaştırmalı bir inceleme yazarken ve kendisinden yüzyıllarca önce yaşamış “Âşık Paşa’nın Ermeniceye az-çok vakıf olduğu malumdur” derken içi sızladı mı; kendisi bu makaleyi yazdıktan neredeyse yüz yıl sonra, başka Türk akademisyenlerin kendilerini aynı konuda, benzer siyasi kaygılarla, onun ürettiklerinin silik kopyalarını kullanarak, hem de —bırakın Ermeniceyi— ihtimaldir ki Türkçeye onun kadar vakıf olmadan makaleler, kitaplar yazmak zorunda hissedeceklerini bilse içi sızlar mıydı, bilinmez. Peki ya “Ermenilerden Yetişen Türk Âşıkları” gibi bir alt başlığın, parçası olduğu anlam dünyasında nasıl bir garabet olduğunun farkında olmamış olması mümkün mü? Vah!

Ve hepsinden önemlisi, 2014 yılında, daha önce üç baskısı yapılmışken ve üstelik bunlardan bir tanesi hâlâ kolaylıkla bulunabiliyorken, eleştirel basım olmayan bir Köprülü kitabını aynen (pardon, üç farkla: transkripsiyon işaretleri atılarak imla sadeleştirilmiş, bazı Osmanlıca sözcüklerin bugünkü karşılıkları köşeli parantez içerisinde verilmiş, dizin kırpılmış) yayımlamak ve memleket son on yılda gırtlağına kadar tarih yazımı tartışmalarına batmış, altına kaçıran bebe bile kendi durumuyla birilerinin kırmızı düğmeye basması arasında ilişki kuracak kadar da olsa nedensellik fikrinden nasiplenmişken, kitabın başına Köprülü’nün oğlu Orhan Köprülü’nün 1986 yılında yazmış olduğu önsözden başka bir değerlendirme yazısı koyamamak! Vah! 

Etiketler

Alfa Yayıncılık