Londra, Aralık 1964. ABD Domuzlar Körfezi bozgununu yaşamış ama akıllanmamış ve müstemlekeci Fransızların Çin Hindi’nde yaşadıklarından ders çıkarmamış olmalı ki, devraldığı Vietnam Savaşı’nı tüm gücünü kullanarak sürdürüyor. Dünyanın bütün barışseverleri bu savaşa karşı, ABD’yi her fırsatta uyarıyor, protesto ediyor, lanetliyor.
Britanya’da Harold Wilson liderliğindeki İşçi Partisi sonbaharda yapılan genel seçimleri kazanmış, uzun bir aradan sonra iktidara gelmiş. Ülkede büyük coşku var.
İşte öyle bir ortamda Amerika’nın Vietnam Savaşı’nı protesto etmek için bir gösteri yürüyüşü düzenlenmiş. Çeşitli ülkelerden sanatçılar, aydınlar, ülkenin önde gelen sendika liderleri, öğrenciler, halk, Vietnam’daki savaşı şiddetle eleştiren Bernard Russell*’ın evinin önünde toplanarak Trafalgar Meydanı’na yürüyecek, orada bir mitingle bu savaşı lanetleyecekler.
Kambersiz düğün olur mu? Ben de Lord Russell’ın evi önündeyim. Kalabalık. Belki
üç-dört bin kişi var. (Batıda öyle oluyor, Fransa’da Eylül başlarında kutlanan 3 günlük La Fete de l’Huma ile İtalya’daki 1 Mayıs’lar dışında benim gördüğüm siyasi mitingler pek öyle bizdeki ölçüsünde kalabalık olmuyor, o nedenle üç-dört bin kişi ‘çok kalabalık’ sayılabiliyor.)
Yürüyüş başladı. ABD’den başkaları yanında canım ciğerim sevgilim Joan Baez de gelmiş, en önde yürüyor. Sol tarafında adını o günden önce de duyduğum, fevkalade gereksiz, önemsiz bir İskoç şarkıcı var, Donovan, bir şarkı tutturmuş hep onu söyler, “Yellow is the colour of my true love’s hair.” N’olmuş yani, herkesin sarışın bir sevgilisi olabilir, üstelik bu sevgililerin saçı, onun şarkısındaki gibi yalnız sabahları değil, daima sarıdır...
Ama işte kimse öyle düşünmüyor... O güzeller güzeli Latin melezi Joan Baez de öyle düşünmüyor olmalı ki, bu Donovan’la elele tutuşmuş... Hatta, kendi söylediği o müthiş ‘Black is the colour of my true love’s hair...’** şarkısını da unutmuş küçük hanım belli ki... Bu tıfıl şarkıcı bozuntusuyla elele! Hayır, diyeceğim o değil...
Tamam, bu genç adam yakışıklı bir İskoç... Kabul. Yok, valla, kıskançlıktan değil, yakıştıramadım da ondan... Sağında ben varım Joan Baez’in, saçlarım, gözlerim kapkara, tam söylediği şarkıdaki gibi, benim elimi de tutuyor ama, bir yürüyüş yoldaşlığı duygusuyla; benim yerime oraya bir Disney karakterini koysan hiç kuşku yok benden daha çok ilgilenecek onunla...
Oysa... Bir dönüp baksa! Kimin elini tuttuğunu bir farketse! 20 yaşında bu dal gibi karayağız delikanlıyı görse! O yeniyetme Donovan’ın hiç şansı kalmaz.
Ama olmuyor, öyle olmadı.
Trafalgar Meydanı’na geldik, üstüne mütemadiyen güvercinlerin pislediği Nelson Anıtı’nın yerden yüksek, geniş kaidesine kurulmuş düzeneğe yükseldi çok uluslu müzikçiler, bu arada Donovan ve Joan Baez de elbet. Konuşmalar, çok güzel şarkılar, müthiş bir coşku. Donovan’ı da beğendim mecburen, zaten benimkisi ümitsiz bir bekleyişti, onlar Russell’ın evinden çok önce zaten elele vermişler...
Yellow is the color of my true love's hair
In the morning, when we rise
In the morning, when we rise
That's the time,
That's the time
I love the best
Sarı gerçek sevgilimin saçıdır benim
Sabah kalkınca biz
Sabah kalkınca biz
En sevdiğim andır
En sevdiğim andır
İşte o an.
…
Freedom is a word I rarely use
Without thinking,
Without thinking,
Of the time,
Of the time
When I've been loved
Özgürlük nadir kullandığım
Bir sözcüktür benim
Sevildiğim zamanlarda
Vakit nedir
Vakit nedir diye
Düşünmeden
Düşünmeden
Yıllar yıllar sonra Joan Baez sık sık İstanbul’a gelir oldu, konserler verdi. Zülfü Livaneli’nin bir Açıkhava Tiyatrosu konseri sırasında da İstanbul’da ve oradaydı. Livaneli onu sahneye davet etti, birlikte Leylim Ley’i söylediler, Joan Baez o billur sesiyle ‘Leylim Leeeeeyyy’ diye şırıl şırıl akarken, Livaneli, elindeki mikrofona, “Bu Leylim Ley’i de kimlere söyletmedik ki...” bilgisini bizimle paylaştı tevazuyla...
Joan Baez’le bu İstanbul’a gelişlerinden birinde konser sonrasında Rumelihisarı’ndaki Karaca lokantasının (sahi, duruyor mu orası hala?) terasında karşılaştık. Saçlarına ak düşmüş, yüzü daha bir olgunlaşmış, anlam kazanmış, çok daha güzelleşmişti. Masasına gittim, 20-25 yıl önceki o yürüyüşü hatırlattım, yürüyüşte hep solundakine değil de biraz da sağındaki yağız delikanlıya baksa belki her şeyin farklı olacağını lisan-ı münasiple söyledim kendisine... Kahkahalar atarak kucaklaştık.
(çerçeve)
* Sonraları kısaca Russell Mahkemesi diye anılan uluslararası bir divan kuruldu, Vietnam Savaşı suçlularını yargılamak için. Bertrand Russell bu mahkemenin başkanıydı, Jean-Paul Sartre’dan Gunther Anders’e, Simone de Beauvoir’dan Stokely Carmichael’a, Mehmet Ali Aybar’dan James Baldwin’e, Isaac Deutscher’den Peter Weiss’a çok çeşitli ülkelerden herkesin saygısını kazanmış 30 kadar üyeden oluşuyordu. (Sonraları Türkiye İşçi Partisi–TİP’in Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’a bir mektup yazarak Russell Mahkemesi’ni oyunlaştırmak istediğimi, bu amaçla kendisiyle görüşmeyi dilediğimi söyledim. Hemen olumlu cevap verdi, ama o yılların dağdağası içinde bu görüşmeye de oyunu yazmaya da fırsat olmadı. Hayıflanmalarımdan biridir.)
** Joan Baez’i, baladlarını, bestelerini, ‘protest’ şarkılarını bir yazıda yeniden hatırlamak boynumun borcu...