‘Cemaatlerin geleceği demokratik kurallara bağlı’

Vakıflar Meclisi’nde yeniden cemaat vakıflarını temsil etmeye hazırlanan Laki Vingas, Ermeni, Rum, Musevi ve Süryani vakıflarının desteğiyle büyük olasılıkla bir kez daha bu göreve seçilecek. Yeni Anayasa sürecinde ağır bir yükün altına girecek olan Vingas, önümüzdeki üç yıl içinde yapmayı düşündüklerini anlattı.

 

SAHAG GÜRYAN
sgureh@agos.com.tr

II. Dönem Vakıflar Meclisi üye seçimi 25 Aralık’ta Ankara’da yapılacak. Türkiye’deki azınlık toplumları için oldukça kritik bir dönemde, Vakıflar Meclisi’nde vakıflarımızı temsil eden Laki Vingas; Ermeni, Rum, Musevi ve Süryani vakıflarının desteğiyle çok büyük bir olasılıkla tekrar bu göreve seçilecek. Yeni Anayasa’nın yapılacağı, Ağustos ayında yürürlüğe giren Kanun Hükmünde Kararname’nin nasıl uygulanacağının görüleceği bu dönemde yine ağır bir yükün altına girecek olan Vingas’la, son yasal düzenlemeleri, azınlık vakıflarının yönetimsel sorunlarını ve önümüzdeki üç yıl içinde yapmayı düşündüklerini konuştuk.

•          Vakıflar Meclisi üyesi olarak geçirdiğiniz üç yıl sizin açınızdan nasıldı?

Açıkçası Meclis’te beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Hepimiz babalarımızın, dedelerimizin büyük fedakârlıklarla yaptığı, koruduğu mülklerin, ibadethanelerin vs. devam etmesi hususunda mesuliyet taşıyoruz. Vakıflar kültürlerimizin yaşamasını sağlayan en önemli unsurlardan biridir. Cemaat vakıfları dini kurumlar gibi algılansalar da, sadece ibadethanelerden ibaret değildir; aynı zamanda eğitsel, sosyal, kültürel ve filantropik (hayırseverlik) işlevleri bulunan oluşumlardır. Ankara’daki toplantılarda cemaat vakıfları konusu gündeme geldiğinde, kendimi geçmişin ve geleceğin ortasında duran bir insan olarak hissettim, bu bilinçle hareket ettim. Bu süre içinde öteki cemaatleri tanımak da önemli bir kazanım oldu benim için. Onlar adına Ankara’daydım ama vakıfların haklarını aramak için o kültürü, insanlarını tanımam, cemaat dengelerini bilmem lazımdı. Bu benim için büyük bir hediyeydi. Mardin, Hatay, Adıyaman’a gittiğimde veya Musevi, Süryani cemaatlerinin etkinliklerine katıldığımda, madağlarda yer aldığımda, o kültürleri tanıdıkça, kendimi çok daha zengin ve güçlü hissediyorum. Son üç yılda çok önemli gelişmeler yaşandı. Kurum bana alıştı, ben de kuruma alıştım. Vakıflar Meclisi 1924’te kurulmuş ama daha önce hiçbir gayrimüslim burada görev almamış. Türkiye’nin geleneği ve duruşundan dolayı, tabiidir ki, üzerimizde tedirginlik ve aklımızda soru işaretleri vardı. Ancak o süreci çok hızlı geçtik. Şu anda tüm makamlarla saygılı ve samimi bir diyalog içerisindeyiz. Her konuda hemfikir olmasak bile, görüşlerimi açıkça dile getirdim bugüne kadar.

•          Kısıtlandığınızı hissettiniz mi?

Bana, gayrimüslim olduğum için özel bir uygulama yapılmadı. Ben de bu ülkenin eğitim sisteminden geçtim ama genele göre daha özgür, açık fikirli ve düşüncelerini açıkça ifade eden bir yapıya sahibim. Oradaki bürokrat arkadaşların benimle özgürce konuşamadıklarını hissettiğim zamanlar oldu. Ama bu tür durumları özellikle bana yönelik bir kısıtlama olarak algılamadım. Altını çizmek isterim ki, cemaat vakıflarının dosyalarına ulaşmak konusunda hiçbir sorunla karşılaşmadım. Bütün dosyalar önümde açıktı, bana dosyaları tek başıma inceleme imkânı sağlandı. 

•          O halde neden çok az sayıda mülk iade edildi?

O dönem benim için de kolay değildi. Vicdanımla, inançlarımla karşı karşıya kaldığım anlar oldu. Burada bir kanun çerçevesi, kanunun tanıdığı haklar vardı. Ben de öncelikle, kanunun müsaade ettiği ölçüde hakların uygulanması yönünde tavır koydum. Vakıfların aleyhine verilen 25 karara, mülklerin iadesine yönelik şerh düştüm. Orada şunları savundum: 1936 Beyannamesi’ni devlet bize empoze etti ve sonraki hukuki yapıyı onun üzerine kurdu. Demek ki devlet o yapının garantörüydü. Şimdiki siyasi irade hakları genişleten, geliştiren bir kanun çıkaracağını söylediğinde, biz de devlete “Sen 36 Beyannamesi üzerinden mülklerimi tarif ettin, sonra da elimden aldın. Mülklerimize tekrar kavuşma hakkını istiyoruz” dedik. Bu süreç çok uzun sürdü, farkındayım. Ama anlayış çok değişti. Üç yıl önceki anlayış ile bugünkü anlayış arasında çok fark var. Bu değişimde Başbakan Erdoğan’ın ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın siyasi irade göstermesi kadar, Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem’in katkısı da yadsınamaz. Son çıkan kanun hükmünde kararnameyle (KHK), mazbut vakıflar hariç, sorunların önemli kısmı giderilmiş olacak. Elbette eksiklikler varsa söylensin ama vakıf yöneticileri tüm yatırımlarını eksikliklere yapmasın.

•          Siyasi iradeden söz ettiniz. Siz AKP’nin tavrını nasıl yorumluyorsunuz?

Siyasi bir irade olmadan bürokrasi değişmez. 85 yıllık siyasi iradenin değişmesi, anlaşılması ve fiiliyata geçmesi kolay olmadı. 85 yıllık siyasi iradenin ne olduğunu gördük. Bugün Türkiye toplumu da bunun ne olduğunu biliyor, yargılıyor. Bununla ilgili filmler, diziler, araştırmalar yapılıyor, doktora tezleri yazılıyor. Biz 1923’te birdenbire ‘yabancı’ ve ‘öteki’ olduk. Osmanlı’da en üst kademelerde çalışan, bu ülkenin Batılılaşmasında önemli paya sahip olan gayrimüslimler, 1923’ten bugüne kadar ‘öteki’ olarak yaşadı. 2002’de bir parti iktidara geldi ve bunu değiştirdi. Bunda AB kriterlerinin payı çok büyük. AB kriterleri olmasaydı havada kalırdı ama AB kriterlerini benimsemek de siyasi bir iradedir. Meclis'te Vakıflar Kanunu hakkında görüşmeler yapılırken, diğer partiler AKP’yi ülkeyi satmakla suçladı. Bunları utançla izledik. Yüz bin nüfuslu bir topluluğun haklarını biraz daha iyileştiren bir kanunun çıkması için oldu bunlar. Son KHK bana göre kararlı bir siyasi iradenin, siyasi cesaretin ifadesidir. Bu KHK hazırlanırken herhangi bir hesap yapıldığını düşünmüyorum. Bana göre bu da bir ‘özür’ niteliği taşıyor.

•          Yeni bir anayasa yapılıyor. Ermeni toplumu içinde Lozan vurgusu üzerine bir tartışma yaşanıyor. Sizce Lozan korunmalı mı, yoksa aşılmalı mı?

Elbette Lozan önemli ve değerli ama yetersiz. Bunun için, azınlıkları yalnız Lozan’da yaşatmak isteyen anlayışa karşı çıkıyorum. Lozan’ın verdiği haklar var ancak bunlar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni karşılamıyor. Türkiye’nin, imzaladığı ve dünyayla bütünleştiği uluslararası anlaşmaların getirdiği hükümlerin uygulamasını istiyorum. İfade özgürlüğü, vatandaşlık hakkı, örgütlenme özgürlüğü, eğitim özgürlüğü -- bütün bunları garanti altına alınması lazım.

•          Azınlık toplumları ilk defa ‘özne’ olarak kabul ediliyor. Azınlıklar buna ne kadar hazır?

Bir geçiş döneminde olduğumuzu düşünüyorum. Beş yıl önce görüş beyan ederken büyüklerim bana “Bunu konuşma, böyle söyleme” diyordu. Çocuklarımızı bu ülkenin parçası olarak görüyorsak, bu ülkenin aktif vatandaşları olmalıyız. Eksiğimiz var, hayata geriden başlıyoruz, aktif olmazsak kimse bizi dikkate almaz. Çocuklarımızı bu tembelliğe alıştıramayız. Farklı hedeflerin de olması lazım. 19. yüzyılın sonu - 20. yüzyılın başlarında oluşmuş bir yönetim yapısıyla iki - üç asır daha yaşamak gibi bir iddia olamaz. Günümüz dünyasına ve Türkiye toplumunun değişimine paralel olarak, kendi cemaatlerimiz içinde değişimler yaratmamız lazım. 

•          Üç yıl içinde neler yapmayı planlıyorsunuz?

Önceliğim vakıf seçimlerini sağlıklı bir yapıya kavuşturmak. Seçim yönetmeliğinin değişmesi konusunu hep gündeme getiriyorum ama üç yılda tamamlayamamanın acısını yaşıyorum. Cemaatlerin geleceği öncelikle demokratik kaidelerin gerçek anlamda özümsenmesi ve uygulanmasına bağlıdır. Gerekirse toplumları bu konuda eğitmeliyiz. 

 

‘TOPLUMUN KATILIMINI SAĞLAYAMIYORSANIZ,
ERİMEYE MAHKÛMSUNUZ’

 

•          Bir konuşmanızda, vakıfların birer mülk topluluğu olarak görülmesinden ve şirket gibi yönetilmesinden duyduğunuz rahatsızlığı dile getirmiştiniz. Vakıflar nasıl yönetilmeli?

Vakıflarda ciddi bir rant söz konusu. Cemaatlerin menfaati için bu geliri iyi değerlendirmek gerekiyor. Ama başka şeyler de üretmeliyiz. Tekrar seçilirsem, cemaatler arası ortak projeler geliştirilmesi için çaba harcayacağım. Çevre, kadın, Anadolu’daki çocukların eğitimi ile ilgili projeler olabilir bunlar.

Öte yandan, toplum olarak sisteminizi düzenleyemiyor ve cemaatin katılımını sağlayamıyorsanız, erimeye mahkûmsunuz demektir. Ama siz, çocuklara iyi eğitim verebilen, başarılı çocukları eğitim için yurtdışına gönderebilen, hastanesi düzgün çalışan, yaşlılara bakabilen, ihtiyacı olana el uzatabilen ciddi bir organizasyonsanız, o zaman kim olursa olsun toplumuna saygı duyar ve hizmete bilfiil katılır. Bunu sağlamak da vakıf yöneticilerinin görevi.

•          Gelirleri artırmaya, mülklerden maksimum yarar sağlamaya dönük çalışmalar, bazen, fakir bir insanın, vakıftan ucuza kiraladığı daireyi kaybetmesi anlamına geliyor…

Geçenlerde varlıklı bir vakfı aradım, zor durumda olan bir ailenin barınması için yardım istedim. “Dairem yok” dedi. Muhtemelen 2 bin lira kira alacağı bir daireyi ‘kaptırmak’ istemedi. Varlıklı bir vakıf, ayda 5 bin lira ayırıp, kiraların uygun olduğu bir semtte bir apartmanı komple kiralayıp, o apartmandaki daireleri muhtaç olanlara tahsis edebilir. İnsanlara bu sosyal refahı sunmak, cemaatin vakıfla bütünleşmesini sağlamak yöneticilerin görevi. Vakıf mantığı, yıl sonunda kasalarda yüklü miktarlarda para bulundurmak değildir. Vakfın parası hizmet için vardır, hizmete dönmeyen paranın anlamı yoktur.  ̇

 

Kategoriler

Toplum Vakıflar