Türkiye’de yaşamanın psikolojik yükü günden güne artıyor. Öyle ya, battaniyelere sarılmış sıra sıra onlarca ceset televizyondan evinizin salonunuza uzanacak; katırlara ikişer ikişer bağlanmış, adeta havada asılı gibi duran ölü insan bedenlerine tanıklık edeceksiniz; asker oğlunun ölüm haberini alan ama sağır ve dilsiz olduğu için feryat dahi edemeyen annenin yanındaki askere sımsıkı sarılırken suratındaki tarifi zor ifadeye bakacaksınız; yarılmış göğsünden kömürleşmiş ciğerleri fırlayan gerilla hafızanıza kazınacak ve bütün bunlara rağmen ruhunuz sakatlanmayacak; mümkün mü? Bu görüntüler içinizi kasmıyorsa zaten ruhunuz çoktan sakatlanmış demektir ve maalesef farkında olmasa da bu durumda olan çok insan var. Öyle olmasa, 35 kişinin bombalarla paramparça edildiği bir olaya dair internet haberinin altına, kendini çok akıllı zanneden vatandaşın biri “Sorun bakalım, ne işleri varmış orada?” diye yorum yazabilir mi? Ölülerden cevap alınamayacağını bilmiyor mu? Bunun ne kadar acımasız, vicdansız, ahlaksız bir yorum olduğunun farkında değil mi? Üstelik yalnız da değil, bu tip yorumlar yapan o kadar çok ki. Nefret diğer bütün duyguları esir almış durumda, akıl ise zaten uzun zamandır ortada yok. Savaşın insanları kirlettiği, alçalttığı tecrübeyle sabittir. Nerede görmüştüm şimdi hatırlamıyorum ama, I. Dünya Savaşı sırasında cephede çekilmiş bir fotoğraf aklıma geldi: Bir patlamayla paramparça olmuş bir askerin bir kolu uçmuş ve dikenli tellere takılıp yere neredeyse paralel asılı kalmış, başka bir asker de boşlukta sallanan bu kolla gülerek el sıkışırken poz vermiş. Biz de aynı kirlenmişliğin, alçalmışlığın tam göbeğindeyiz. Şiddet ve vahşete yan gözle şöyle bir bakıp geçiyoruz. İşin daha acı tarafı, bu artık ‘normal’ ama sağlıklı mı? Çok fazla birikmiş kin ve öfke var, gün geçtikçe de büyüyor. Bu öfke nasıl sönecek, nasıl yatışacak? Öfkenin başı çektiği yerde huzur nasıl olacak? Bunlar zor sorular ama iyileşmek için önce hasta olduğunu kabul etmek gerekir.
Bugün ülkenin doğusuyla batısı arasında bir anlayış ve algı uçurumu var. Aynı şeye bakıyorlar ama artık gördükleri birbirinden çok çok farklı. Buradan nasıl geri dönülür, bu iş nasıl düzeltilir soruları karşısında insan ister istemez umutsuzluğa kapılıyor. Bu insan malzemesiyle bu memleketin işi zor ama diğer bütün faktör ve aktörler bir yana, sorumluluğun büyüğü, hükümetiyle büroksasiyle iktidar sahiplerinde. Cesur adımları ivedilikle atmak zorundalar. Bugün artık onlar için hiçbir şey yapmamanın vebali, ne olursa olsun bir şeyler yapmanın vebalinden çok daha büyük. Statükoyu korumaya çalışmanın, statükonun çok feci ve şiddet içeren bir biçimde (bu günleri ararız) yıkılması sonucunu doğuracağını görmeliler. Onun yerine siz, statükoyu bilinçli adımlarla değiştirin ki hiç olmazsa daha az acı yaşansın. Teşbihte hata olmaz; bugün bu ülke son sürat uçuruma giden bir araba gibi. Direksiyonu kırmaktan başka çareniz yok, belki şarampole düşüp ufak tefek sıyrıklarla atlatırız. Uçurumdan yuvarlanırsak bu arabadan kimse sağ çıkamaz.
Zaman zaman duyarız, birileri toplumsal birliğin ve birlikte barış içinde yaşamanın temelinin sevgi olduğunu söyler. Geçiniz. Birbirimizi sevmeyi bekleyecek vaktimiz yok, kaldı ki gönül bu, severse ne âlâ, ama ya sevmezse? Bugün sevdiğini yarın sevmekten vazgeçerse? Onun için, toplumsal birliğimize sevgiden daha güvenilir bir temel bulmalıyız, ki o da adalettir. Bu yeni bir keşif de değildir, mahkeme duvarlarında bile yazıyor, ‘Adalet mülkün temelidir’ diye. İş, bu lafı hayata geçirebilmekte. Eh, adalet için de vicdan lazım her şeyden önce.
not: Dikkat etmişsinizdir, bu yazı açık ve net bir analiz yazısı değil. Bunun bir sebebi sorunun zorluğu karşısındaki kötümserlikse, bir diğer sebebi de ülkemizin yasalarıdır. Kürt meselesinin gidişatı ve ne yapılması gerektiğine dair fikirlerini açıkça yazanlar, “Acaba kanunla başım derde girer mi?” diye düşünmeden edemiyor. Zaten sorunun önemli bir parçası da sorun üzerine açık açık konuşamamak; nerede kaldı çözmek...