Fransa meclisindeki oylama bir fırtına gibi geldi geçti. Epey de hasar verdi. Hem şöyle bir etrafa bakıp üstümüzü başımızı silkelerken bir hasar raporu çıkarmak, hem de Fransa’yı bilmem ama Türkiye’de 1915’te olup bitenler hakkında kamuoyundaki peravasız havayla ilgili bir çift laf etmek faydalı olabilir. Yılbaşı sayısı nedeniyle yerimiz az olmakla birlikte muhataralı bir alana da girerek bizim, Türkiyeli Ermenilerin meseleye bakışı ile ilgili de “dertleşme” esprisinde sesli düşüneceğim.
Geçen haftaki yazıda, “Bu tip durumlarda Türkiye kamuoyu hemen ‘bize’ bakar.” demiştim. Bize, yani Türkiyeli muhalif Ermenilere. Fakat bize gelene kadar cemaati resmi temsil konumundaki kurumlar zaten resmi görüşün beklediği çıkışı yapmışlardır. ‘Türk-Ermeni ilişkilerine zarar vermeyin’ temalı bu çıkıştan sonra bizden beklenen tıpatıp aynısı olmasa da, -biraz sitem etme hakkı tanınmıştır- temelde, işin özünde benzer laflar etmemizdir. Bu da gelirse mesele hallolur. Ve üç aşağı beş yukarı bu da gelir. Çünkü çoğumuz bu tip vesilelerle kabaran milliyetçi havadan hayli ürkeriz. Ve yine çoğumuz bu meselenin, bu ülkedeki çoğunluk tarafından ‘hasbi’ olarak, açıksözlü biçimde ele alınmasını, yüzleşilmesini ve bize öyle yaklaşılmasını umar, tercih ederiz. Dolayısıyla çok genel manada, fikri düzeyde –bence– doğru söylemekteyizdir. Fakat bu son vakadan sonra bu denklem üzerinde biraz durmamız gerekiyor sanki. Zira bu konu üzerinde düşünür ve tavır alırken acaba kendimize bazı sınırlar koyuyor, belli bir denklem içinde mi düşünüyoruz demeye başladım. Yani iki çerçeve içinde düşünüyoruz sanki. Hem resmi görüşün çizdiği çerçeve, hem de Türkiye’deki liberal zihniyetin (ki risk almışlar ve tartışmanın aleni olarak tartışılmasına epey katkıda bulunmuşlardır) çizdiği çerçeve. Yani sadece bir değil, iki çerçeve içinde sıkışmış olabilir miyiz acaba? Biraz daha açayım.
Evet, son vakada denklem neydi? 2006’daki pozisyonumuzu korumak. Yani: “Fransa’nın yaptığı, düşünce özgürlüğüne pek sığmıyor ama burada durum hiç parlak değil doğrusu.” Bu denklem üzerinde yürüdük, fakat denklemin ilk kısmını değişmez bir veri olarak kabul ettik. Zira denklemin bu ilk kısmı 2006’da bizim de benimsediğimiz, ama aslen liberal-demokrat düşünce tarafından vazedilmiş bir soyutlamaydı. Evet, soyut düzeyde doğrusu yine bu olabilirdi ama soykırım ya da etnik temizlik girişimi gibi durumlarda acaba denklem daha farklı olabilir miydi? Geçen haftaki yazıda bu noktaya kısaca değinmeye çalıştım ama bu pek de tartışılmadı. Gelin görün ki bu konuda geniş bir literatür var. Kimbilir belki tartışa tartışa yine aynı noktaya gelirdik ancak, “Bu girişim, düşünce özgürlüğünü kısıtlar” argümanı tek doğru olarak kabul edilince, resmi pozisyon hemen bunu bir trambolin olarak gördü ve iki sıçrayıştan sonra duvarın üzerine çıkması pek kolay oldu. Medyanın da tabii. Ve biz (yani Türkiyeli Ermeniler, solcular ve demokratlar) geçtiğimiz haftayı sanki bir fırtınanın ortasında kalmışçasına geçirdik. Bir kibir, inkâr ve şovenizm fırtınası. Bu fırtınınan tek nedeni tabii ki az önce saydığım tablo değildi, ne olsa bu fırtına esecekti, ama sanki bu kez denklemin içinde biz de vardık, daha doğrusu o duygu bir türlü peşimi bırakmadı.
Yeri gelmişken o fırtınayı da kısaca hatırlayalım. Hürriyet’in oylama sonrası manşeti gerçekten skandaldı. ‘Azgın Azınlık’ manşeti güya parlamentoda oylamaya katılan vekil sayısının azlığına işaret ediyordu ama memlekette yaratacağı etkiyi görmek zor değildi. Hürriyet ertesi gün de önergeyi hazırlayan vekilin Türkiye ve Ermenistan ziyaretlerinde çektirdiği ve kendi sitesine koyduğu fotoğrafları ‘suçüstü’ belgelermiş havasında yayınladı. Habertürk ise Agos’un 4 maddelik deklarasyonundan sadece Fransa’ya yönelik olanları aldı ve ‘Fransa’ya tokat gibi cevap’ başlığıyla duyurdu. Hürriyet gazetesinin en kıymet verdiği yazarı Yılmaz Özdil, güya Fransa ile dalga geçerken “Madem soykırım yoktur demek yasak, o zaman ‘Soykırım nah vardır’ diyorum” demekte beis görmemekteydi.
Hükümet kanadından gelen açıklamaları bilhassa Başbakan Erdoğan’ın “Soykırım yoktur” diye kestirip atmasını da hatırda tutalım. Fırtına böyle esti işte. Ve o fırtınanın ortasında denklemin artık yavaş yavaş değiştiğini düşündüm. Fransa’daki yasal süreç ayrı bir mesele ama Türkiye’de 1915’te olup bitenler hakkında aşağılayıcı ve aslına bakarsanız suç oluşturan bir argüman rahatlıkla, pervasızca kullanılmakta. “Yapılan adil değildi, ama soykırım da değildir” demek ayrı bir şey, “Asıl onlar saldırdı”, “Savaşta böyle şeyler olur”, “Soykırım nah vardır” diyebilecek rahatlık içinde olmak, ayrı bir şey. Dolayısıyla, Türkiye için, içinde sıkıştığımız denklemi gözden geçirmenin zamanı gelmiş vaziyette. 301. Madde’nin işletilmemesi ve “Soykırım olmuştur” diyenlerin hapse atılmaması, evet önemli. Ama Türkiye’de 1915 meselesine ‘daha hakkaniyetle’ yaklaşılmasını sağlayabilmek, en azından bu iklimi yaratabilmek de aynı derecede önemli. O yüzden Fransa’dan çok, bu topraklarda ne yapılabilir, ‘nefret söylemi’ ve bu söylemin basında, halka açık konuşmalarda kolaylıkla yer bulması nasıl önlenebilir, (not düşeyim, nefret söylemi sadece hakaret etmek değildir, belli bir vakaya ‘saygısızlık’ etmek de bu kapsama girer) asıl bu konuda düşünmemiz gerekiyor sanki. Ve bu konuda düşündükçe Fransa’daki süreçle ilgili olarak da yeni ‘açılım’lar bulabiliriz belki. Bunu 2012’de de konuşacağız, belli. İyi seneler.