YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

O koroya ben de katılırdım, eğer...

 

Bu haftaki Agos çıktığında, Fransa’da ‘Ermeni soykırımını inkâr edene hapis ve para cezası’ öngören yasa Fransız alt meclisinde oylanmış ve büyük bir sürpriz olmazsa, Meclis’ten geçmiş olacak. Yasanın bundan sonraki yolculuğu, üst meclis olan Senato’da oylanması ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması. 2006’dakine tıpatıp benzer bir süreç yaşıyoruz. O vakit de yasa gündeme gelmiş, alt mecliste oylanmış, ancak Fransız hükümetinin duruma el koymasıyla Senato’dan geçmemişti. O vakit de AKP hükümeti, muhalefet, ulusal basın, sivil toplum kuruluşları, özetle ‘çoğunluk’, Fransa’nın önce kendine bakmasını, onların da ellerinin kanlı olduğunu, üstelik bu yasanın düşünce özgürlüğüne sığmayacağını söylemiş, Fransa ile ticari ilişkileri kesme tehdidinde bulunmuş, hatta bazı ihalelerden Fransız firmalarını elemiş, boykot fikrini ortaya atıp bu konuda kararı ‘halka’ bırakmışlardı. ‘Başarılı’ da oldular. Fransız hükümeti de geri adım attı ve süreç Türkiye açısından ‘mutlu son’la bitti.

Aradan 5 yıl geçti. Bu kez durum daha ciddi. Hükümet, sözcüleri ve kanaat önderlerinin geneli baştan beri olaya “Seçimler geliyor, orada 500 bin Ermeni var, oy kaygısıyla yapıyorlar” esprisinde yaklaşmakta. İş ciddiye binince, yine “Önce kendilerine baksınlar”, “Ticari ilişkilerimiz bozulur” kartları devreye girdi. 5 yıl boyunca ‘Ermeni meselesi’yle yüzleşmek için hiçbir şey yapmayan bu güç odakları, şimdi yoğun bir faaliyet içinde. Dolayısıyla, bunları yapanların kimliğine bir bakmamız lazım. Hükümet, Türkiye’de vesayet sistemine son veren sivil devrimin öncüsü olarak selamlanıyor, taçlandırılıyor. O payın oranı kişiden kişiye değişmekle beraber bu görüşün haklılık payı var. Dolayısıyla, hükümetin resmi görüşün dışında adımlar atmasını beklemek en büyük hakkımız, hele ki vesayet sistemi de bitmişken. Bu yazının konusu olmadığı için Kürt sorunu meselesine girmiyorum (ki durum gayet açıktır, bilhassa peşpeşe gelen KCK operasyonlarıyla baskı iyice ağırlaşmıştır) ama Ermeni sorununda vesayet sisteminin bakış açısı aynen devralınmış durumda, bunu bilmemkaçıncı defa görmekteyiz. Muhalefet kısa süren bir sosyal demokratlaşma tiyatrosunun ardından bunu da, yani tiyatrosunu bile beceremeyerek tarumar oldu ama sorsanız hâlâ solcular, ezilenlerin yanındalar. Eski merkez medya, AKP’nin sert darbesinden sonra toparlanamadı ama zaten bu mevzularda ezberi tektir, bir vakitler ne ezberletildiyse onu söylüyor. Burada belki ilginç nokta, öğrencilerin gözaltına alınması, KCK operasyonları, Kürt sorunu gibi konularda ciddi çıkışlar yapabilen iş dünyasının, yüzleşme konusunda hiçbir gayreti yokken koşarak Fransa’ya çıkarma yapması olabilir. Demek ki onların da sınırları 1915’e kadarmış.

Türkiye’de çok geniş bir koro var yine. Bu konuda, her zaman olduğu gibi yine tek bir çatlak ses çıkmıyor. (Sadece BDP’liler Meclis kürsüsünden aykırı çıkışlar yaptılar ama hemen susturuldular.) Böyle durumlarda bir rutin daha vardır: Bize dönülüp bakılır. Biz ne diyeceğiz? ‘Biz’ derken, genelde Türkiyeli Ermeniler, özelde Türkiyeli muhalif Ermeniler. Böyle bir ayrım yapmaktayım, zira devletin ağır gözetimi/denetimi altında olan resmi temsil konumundaki kişi ve kuruluşlar bu durumlarda bir söz söyleme durumunda olduklarından (bu, devletçe beklenir onlardan, hatta kimi zaman işin içine zorlama girer) bekleneni yaparlar ve bu tip girişimlerin Türk-Ermeni ilişkilerine zarar verdiğini söylerler. Bu, medya ve hükümet tarafından sevinçle not edilir ama resmi bir görüş olduğu bilindiği için çok da üzerinde durulmaz. Keza Anadolu’nun bir köyünde güçlükle hayatını sürdüren yaşlı bir Ermeni çıkar ve o da benzer laflar eder. Samimi hisleridir muhtemelen adamcağızın ya da kadıncağızın. Bu da not edilir ama üzerinde durulmaz. Bize bakılır esas. Biz, resmi görüşle arası pek de iyi olmayan Türkiyeli Ermeniler ne diyeceğiz?

Yıllar boyu bu meselenin bir ülkeyi köşeye sıkıştırma aracı, günlük politikanın bir unsuru olarak kullanılmaması gerektiğini söyledik. Tabii ki yekpare bir görüşü savunmadık. Kimimiz “Soykırım yoktur” diyene ceza verilmesinin düşünce özgürlüğüyle bağdaşmayacağını savundu, kimimiz 1915’te olan bitenlerin bu ilkeye pek de uymadığına, burada gadre uğramış bir kitlenin korunduğuna dikkat çekti. Özetle, yıllar boyu “Biz kendi işimizi burada, kendi topraklarımızda görmeliyiz. Bu yüzleşme, olayın aktörleri arasında, bu topraklarda yapılmalı” dedik, hâlâ da diyoruz, ağırlıklı olarak.

Fakat bu tutumu sürdürebilmemiz için bir yüzleşme çabasına da tanık olmamız gerekiyor. Tablo net. Son ciddi girişim 2006’da yapılmış. Aradan 5 yıl geçmiş yani. Bu 5 yılda bu meseleyle yüzleşmek için ülkedeki hâkim güçler ne yaptı? Bir şey yapacaklarının ipuçlarını verdiler mi? Somut bir tavır hatırlayan var mı? Ben şahsen hatırlamıyorum. Bunun yerine “BDP Ermeni sınırına dayandı”, “Soykırım konferansı bizi sırtımızdan hançerliyor”, “Azınlıkların gitmesi iyi oldu”, “Ermenilerden özür dileyenler herhalde bir şeyler yapmışlar ki özür diliyorlar” gibi açıklamalara tanık olduk. Denebilir ki bunlar kamera önündeki açıklamalardır, eninde sonunda bu iş bir yere varır. Valla, bu konuda da umutlu olmak için bir sebep yok, gördüğüm kadarıyla. Hatta şunu düşünmek mümkün: İktidar bloku Fransa’dakine benzer girişimlerden aslında çok da şikâyetçi olmayabilir. Çünkü bu girişimler vesile edilerek gerçek meselenin üzeri kalın bir battaniyeyle örtülmektedir, yıllardır.

Dolayısıyla, aramızdan bazıları belki bugünkü koroya katılabilirdi. Bu 5 yıl içinde, 1915’te olup bitenlerle yüzleşme yönünde bir çaba olsaydı, biz de çıkıp konuşabilirdik. Mesela Başbakan çıkardı partisinin grup toplantısında, 1915’te kaç kişinin öldürüldüğünü, elindeki belgeleri sallayarak, bağıra çağıra açıklardı. O zaman derdik ki, “Hop, bir dakika. Hükümet bu konuyla yüzleşmeye kararlı, olumlu bir süreç var. Bulaşmayın.” Bunu diyebilirdik. Ya da mesela muhalefet, sivil toplum kuruluşlarıyla bir irade oluşturur, hükümeti bu konuda bir adım atmaya zorlardı. “Artık bu konuyla yüzleşmenin zamanı gelmedi mi?” derlerdi, hükümet zor durumda kalırdı. O zaman derdik ki “Hükümet dirense de Türkiye’de bu konuda ciddi bir irade oluştu, önemli bir atmosfer var, bulaşmayın.” Bunu diyebilirdik. Bunları diyemesek bile, 2006’dan bu yana ortaya koyduğumuz pozisyonu devam ettirebilirdik. Aslında o pozisyonu temelde koruyoruz.

Ama yine diyemediklerimize, olmayanlara dönersek; bu sıraladıklarım olmadığı gibi, ağır bir ‘söyleme mecburiyeti’ atmosferi içinde yaşıyoruz. Esas meselelerden biri de bu. Dolayısıyla, şimdi soruyorum: Fransa’daki Ermenilerin sayısı, anavatanında yaşayan Ermenilerin sayısının 10 katı iken, ne diyelim?

not: Yazının son bölümünde çoğul ifade kullandığıma bakarak birileri adına konuştuğumu düşünebilirsiniz. Hayır, kendi adıma konuşuyorum ama böyle düşünen birden fazla kişi olduğunu biliyorum.