Hrant Dink Vakfı’nın geçen hafta düzenlediği ‘Medyada Ayrımcılık ve Nefret’ başlıklı panelin konuğu İrlanda Ulusal Üniversitesi, Maynooth Medya Çalışmaları bölümü öğretim görevlisi Dr. Gavan Titley idi. Titley, özellikle nefret söylemi, ırkçılık, çokkültürlülük gibi konularda araştırmalar yapıyor. Biz de kendisiyle hem nefret söyleminin anlamını, hem de mücadele yollarını konuştuk.
MEHMET AKIN
akinmehmet34@gmail.com
-
Panelde nefret söylemi için kavramın, bağlamının ve sistemin önemli olduğunu söylediniz. Bu tam olarak ne ifade ediyor?
Nefret söylemi aslında gözle görülebilir bir şey. Bir insanın ‘öteki’yle ilgili konuşurken, sözlerindeki şiddet içeriği anlaşılabilir. Bunu, o kişi veya grupları marjinalize etmek, susturmak ya da onlar üzerinde baskı oluşturmak için yapar. Nefret söyleminin kendisi fiziksel değildir, fakat insanların hayatlarını etkileyen bir eylemdir. Öte yandan nefret söyleminin bağlamı önemli. Çünkü değişik ülke, bölge ya da şehirlerde, değişik şekillerde yasallaşmış bir kavram. Birçok yerde, nefret söylemi için “Eleştiri içermesi ve birini bir gruba karşı şiddete yönlendirmesi, yani birinin açıkça şiddete çağrıda bulunması gerekir” deniyor. Türkiye’de ve İrlanda’da farklı içerikler var; farklı gruplar hedef gösteriliyor, farklı medya sistemleri var... Nefret söylemi, aynı zamanda siyasi bir sistem. Sana diyorlar ki, “Baskı sadece polisle olmaz. Kamuda nasıl konuşulduğun da bir baskıdır.” Politik bir kampanya aleti...
-
Bununla ilgili yasalar da politik. Mesela Türkiye’de nefret suçlarıyla ilgili yasada dinden bahsediliyor, fakat en çok nefret suçuyla karşılaşan cinsel yönelim veya cinsiyet kimliğinden bahsedilmiyor. Sizce ne yapmalıyız, nasıl mücadele edebiliriz devleti işin içinden çıkararak?
Bu kavram sorunları, hemen hemen her ülkede mevcut. Bu yasalar, ‘kamu düzenini’ korumak için yapılıyor. Mesela, Birleşik Krallık’ta Müslüman aktivistler, ülkelerinin savaşlarda rol almasını protesto ettiklerinde, bu eylem, İngiliz ordusuna karşı ırkçı saldırı olarak değerlendirildi. Yani siyasi bağlamlara göre suistimal ediliyor. Nefret söylemi kavramı, bazı siyasi bağlamlarda hiçbir anlam taşımıyor, çünkü nefret söyleminden güç alıyorlar. Erdoğan’ın İslamofobi’den bahsetmesi de bu noktada normalleşiyor. Çünkü ABD’de ve Batı ülkelerinde Müslümanlara karşı bir korku ve nefret söylemi, gerçekten de var. Fakat Erdoğan, o tartışmayı Türkiye’ye taşıyor. Öte yandan 11 Eylül’den sonra İngiltere’de ya da Hollanda’da insanlar “Bize de aynısı olur mu?” diye, kendilerine sormaya başladılar. Ülkelerinde hiçbir şey yaşanmasa da Batı’daki insanlar, radikal gruplardan ya da sempatizanlardan korkmaya başladı. Bu da nefret yarattı.
-
Peki İslam Devleti’nin (İD) büyümesi ve güç kazanması Avrupa’da benzer bir etki yarattı mı?
Aslında genel olarak baktığımızda, yapmadı. Ana akım medyada nefret söyleminde artış pek görülmedi. Fakat sosyal medyada, aşırı sağcı ve muhafazakâr grupların nefret dolu içerikler paylaştığı görülüyor. Bu paylaşımlar, çok dinamik. İD, internette en çok bahsedilen konulardan birisi.
-
Yorumlarda görülen bu “nefret”, gündelik hayatımızın da bir yansıması. Sizce, gündelik hayatımızda ayrımcılık, cinsiyetçilik veya homofobi ile mücadele etmek, medyanın tavrını değiştirir mi?
Ana akım medyayı kesinlikle değiştirir. Çünkü medya ajansları veya gazeteler, genellikle risk almak istemezler. Onlara karşı yapılan protestolar, boykotlar, grevler çok işe yarar. Fakat sosyal medyada durum çok farklı. İnsanların aldıkları büyük riskler yok.
-
Sosyal medya için ne yapmamız gerekir peki? Oradaki nefret söylemiyle nasıl baş edeceğiz?
Burada büyük soru ortaya çıkıyor: Nefret söylemi ve ifade özgürlüğü arasındaki sınır nedir? Hangi söylemin yasaklanacağına, hangisine izin verileceğine kim karar verecek? Evet, nefret söylemi yasalarla tanımlanıyor ama sosyal medyada içerik kaldırmalar bu yasalara göre yapılmıyor. Facebook ilkeleri, mesela çok tartışmalı. Nefret içeren bir yazıyı bazen kaldırıyorlar, bazen kaldırmıyorlar. Birinin o içeriği görüp, bunu görev edinip kaldırtması gerekiyor.
-
Facebook gibi şirketlere bu konuda güvenebilir miyiz?
Elbette güvenemeyiz. Mesela Facebook için tartışılan bir olay vardı; sitenin çıplaklık ilkeleri var, pornografiyi engellemeye çalışıyor. Ama çocuklarını emziren kadınların fotoğraflarını da kaldırıyor, arada bunları da yasaklıyor. Bu nedenle, bu şirketlere ve şirketlerin işbirliği yaptığı kurumlara güvenemeyiz. İlkelerini duruma göre, her daim değiştiriyorlar. Ayrıca bu siteler, tüm içeriği bir data olarak başka platformlarda kullanabiliyorlar. Bu çok tehlikeli. Daha büyük problem ise, siyasi kurumların Facebook’la iletişime geçmesi ve işbirliği yapmaları. Bunu engellemek daha da zor.
‘Arzu Geybullayeva uluslararası destek almalı’
-
Hrant Dink, bir nefret söylemi kampanyası sonrası suikaste uğrayarak öldürüldü. Şimdi bir muhabirimiz, Arzu Geybullayeva, yazdığı haberler nedeniyle tehditler alıyor. Bu tür acil durumlar da yaşanabiliyor; devletin, can güvenliğini sağlama sorumluluğuna dair ciddi bir güvensizlik de var. Ne öneriyorsunuz? Ne yapmaları gerekir?
Arzu’nun durumu çok tanıdık. Dünyanın birçok yerinde kadın muhabirlerin, gazetecilerin bu şekilde hedef alındığını biliyoruz. Bazen feminizm üzerine yazdıkları için tehdit ediliyor, bazen güncel politik konularda yazınca “Kadınsın sen, anlamazsın” diyerek hedef gösteriliyorlar. Bazen de ırkçı nedenlerle saldırıyorlar. Ayrıca sosyal medyadan saldırmaları çok kolay ve bunu anlayabilmek zor, çünkü böyle bir saldırının arkasında kaç kişinin olduğunu anlamak zor. Sosyal medyada, birçok hesabı tek bir kişinin yönettiği de olabiliyor. Fakat bu tehditler, mutlaka önemsenmeli. Böyle acil durumlarda, bence destek kampanyaları oldukça etkili. Bu kampanyalar elbette saldırıları durdurmaz, fakat bir dayanışma ağı oluşturur. Bir yandan riski de var; kampanya ile yaşanan tehdit daha fazla ilan edileceği için, tehdit de artabilir. Arzu’nun durumunda pratik olarak ne yapılabilir diye düşündüğümde, uluslararası kurumların dikkatini çekmenin yararlı olabileceği geliyor aklıma. Gazeteci sendikaları, PEN ya da Af Örgütü ile çalışılıp kampanyalar düzenlenebilir.