Suzanne Khardalian’ın kadınların 1915 soykırımı sırasında yaşadığı vahşeti ve bu vahşetin izlerini ömür boyu nasıl taşıdığını gözler önüne seren ve ses getiren filmi ‘Anneannemin Dövmeleri’, 15-16 Mart tarihlerinde Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde izleyici karşısına çıkacak
LİLİT GASPARYAN
lilitgasparyan@agos.com.tr
Bağımsız film yönetmeni, yazar ve gazeteci Suzanne Khardalian’ın önümüzdeki hafta Türkiyeli izleyicilerle buluşacak olan ‘Anneannemin Dövmeleri’ adlı filmi, bir kadının soykırım sırasında yaşadığı vahşeti ve bu vahşetin izlerini ömür boyu nasıl taşıdığını gözler önüne seriyor.
Beyrut’ta doğan Khardalian, Fransa ve ABD’de eğitim aldı. 1987’de İsveç’e yerleşti; 1988’de, Ermeni Soykırımı’nı anlatan ‘Back to Ararat’ (Ararata Dönüş) adlı ilk filmini yaptı. İmza attığı otuzdan fazla film dünyanın birçok ülkesinde gösterildi, ödüller aldı. Khardalian, son filmi ‘Anneannemin Dövmeleri’nde izleyiciyi büyüleyici bir yolculuğa çıkarıyor ve yapbozun parçalarını tek tek yan yana getirerek, adım adım, sessizlik duvarlarını yıkıyor. Filmi ve gösterimin ardından gelebilecek tepkiler üzerine konuştuğumuz Khardalian, bu hikâyenin aslında kendisinin de hayatı olduğunu söylüyor.
• Filmin çıkış noktası nedir?
İsveç’ten bir kadın bakan, BM tarafından, soykırımlar sırasında kadınların uğradığı tacizlerin önlenmesi komitesinde çalışmaya davet edilmişti. Böylece, savaşlarda kadınların nasıl hedef olduğu konuşulmaya başladı. Ruanda’da yaşananlar henüz çok tazeydi. Kurtulanlar İsveç’e getirilmişti, uğradıkları işkenceleri anlatıyorlardı. Hemen hemen hepsi tecavüze uğramış, korkunç acılar yaşamışlardı. O akşam onları dinlerken, aklımda Ermeni Soykırımı ile ilgili paralellikler oluştu. Hikâyeler birbirine o kadar çok benziyordu ki dehşete kapılmıştım.
Böylece araştırmalarıma başladım. Kıyaslamalar yaparak, tarihte yaşanan katliamlar arasındaki paralellikleri araştırdım. Vardığım sonuç, katliamlar sırasında kadınlara karşı uygulanan cinsel şiddetin aslında bir savaş stratejisi olduğuydu. BM arşivindeki fotoğraflardan biri dikkatimi çekti. Dövmeleri olan bir kadın ellerini karnının üstünde tutuyordu. Daha sonra bana bu duruşun o kadının gebe olduğu anlamına geldiği söylendi. Ancak beni daha çok etkileyen, kadının yüzündeki dövmelerdi. Bir an aklımda bir ışık belirdi. Ben bu dövmeleri bir yerde görmüştüm. Bir süre anımsayamadım nerede gördüğümü, sonra aniden anımsadım; büyükannemde de vardı bu dövmelerden. Film fikri bunun ardından doğdu. Tabii, süreç içinde çok şey değişti, film bireysel bir belgesele dönüştü. Ama belli bir dengeyi muhafaza etmek çok önemliydi. Bu bireysel bir konuydu ama aynı zamanda diğer kadınların da hikâyesini anlatmak istiyordum. Vücudunda dövmeler olan her kadının hikâyesini dilediğimde, Kürtçe konuşan büyükannem geliyordu aklıma. Sahi, büyükannem niye Kürtçe konuşuyordu? Bu da, üzerinde yeni düşünmeye başladığım bir soruydu.
• İzleyicilerden nasıl tepkiler aldınız?
Filmi İsveç devlet televizyonunda dört kez gösterildi. İsveç ve Norveç’te yaşayan Türklerin tepkisine yol açtı. İsveç televizyonuna pek çok protesto mektubu gönderildi. Aslında bir kampanya yürütüldü. Mektuplarda filmimin gösterilmesinin engellenmesi ve ‘Sarı Gelin’ adlı filmin gösterilmesi isteniyordu. İsveç’teki Türklerin en önemli örgütleri Türk İşçiler Birliği, Kadınlar Birliği ve Gençler Birliği de kurumsal olarak İsveç televizyonuna müracaat ettiler. Film, 12-18 Ocak arasında, El Cezire televizyonunun İngilizce yayınında sekiz kez gösterildi. Türk sivil toplum örgütleri filmin tek yanlı olduğunu ve Ermeni Soykırımı’nın tanınması için bir propaganda aracı olduğunu söylediler. Şimdi ise Türkiye ve Azerbaycan basınında 9-19 Mart tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşecek olan Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde gösterilmesini engellemeye çalışıyorlar.
• Filmin Türkiye’de gösterilmesi sizin için ne ifade ediyor?
Çok önemsiyorum. Bu tabu 100 yıldır Türklerin ve Ermenilerin konuşmasına engel oluyor. Tarihimiz, hatta soykırım hakkındaki tarihimiz erkekler tarafından yazıldı, onların yaklaşımını ve mantığını taşıyor. Bu yüzden de kadınların fazla bir yeri yok bu tarihsel anlatılarda. Acaba kaç kadın kahramanın hikâyesini biliyoruz, kaç kitapta anıldı o kadınlar?
Tüm bunların arkasında gerçeklikler var ve biz bunlarla yüzleşmek zorundayız. 1919’da İngilizler zafere ulaşınca 90 bin Ermeni çocuğun listesini verip onların iadesini talep ettiler. Çok az sayıda kız çocuk iade edildi. Geri kalanlar götürüldükleri yerlerde kaldılar. Bugün onların sesini ve hikâyelerini dinlemeye başlıyoruz. Bu konu artık Türkiye’de de konuşuluyor, ama biz bu gerçekleri kabul etmekte zorlanıyoruz. Büyükannelerimize yapılanlarla yüzleşemiyor, Türkiye’de hayatını Müslüman olarak sürdürenleri Ermeni olarak göremiyoruz. Oysa böyle bir yargıda bulunmaya hakkımız yok. Zihniyetimizi gözden geçirmemizin zamanı geldi.
• Türklerin tepkilerinden çekinmediniz mi?
Bir dönem ben ve ailem için çok gergin bir ortam oluştuğunu söyleyebilirim. Mektuplar, telefonlar, protesto kampanyaları, televizyondaki gerilim vb. çok tatsızdı. Ben korkmadım ama küçük kızım çok korktu.
• Filmin hikâyesi sizin hayatınızı nasıl etkiledi?
Babaannem hep mesafeli ve şüpheci bir insandı. Sevgisini belli etmez, yakınlık göstermezdi. Sadece erkeklere değil, çocuklara karşı da böyleydi. Bu durum babamı da etkilemiş olmalı; o da bizi kucaklamaz, öpmezdi. Fiziksel bir yakınlık olmazdı aramızda. Babamın babaannemle bir fotoğrafını hatırlıyorum; babamı öyle bir kucaklamıştı ki, sanki evladı değil de bir torbaydı kucağındaki. Bütün bunlar benim yaşamıma da dokunuyor.
Ermeni aileleri içinde hep bir travma vardır. Bazı konular aile içinde konuşulamaz. “Bir şeyler olmuş ama bu konuda konuşmamalıyız” düşüncesi vardır hep. Unutursak yok olurlar zannetmişiz ama gerçek bunun tam tersi. Soykırım 1915’te sona ermedi, 20 ya da 50 yıl sonra da soykırım halen ailemizin içinde olacak. Ermeni kadınlar, sorumlusu kendisi olmadığı halde utanç duyuyorlar yaşananlardan. Bu yüzden, babaannemin hikâyesi benim hikâyemdir.