Ohannes Kılıçdağı: Rehineler ve tercihler

Ohannes Kılıçdağ, rehine sorunun çözümünde hükümetin sorumluluğunu ve ABD'nin İD operasyonuyla değişen diplomatik dengeleri yazdı.

OHANNES KILIÇDAĞI
ohanneskilicdagi@yahoo.com.tr

Türkiye’nin Musul konsolosluğunda (IŞ)İD’in eline düşen 46 Türkiyeli rehine geçen haftasonu serbest kaldı ve hemen iki tavır öne çıktı. İlki, hükümeti rehineler karşılığında (IŞ)İD’le pazarlıkla ‘suçlayan’, mealen “Ne verdiniz de aldınız?” diyen yaklaşımdı. İkincisi ise, olayın sadece ‘başarı’ kısmını öne çıkaran, parlatan ama rehineler karşılığında sanki hiçbir şey verilmemiş gibi davranan yaklaşımdı. Türkiye’de sıkça görüldüğü üzere, iki yaklaşım da anlamsız ve dengesiz. Böyle bir durumda, işin doğası gereği, tabii ki ‘pazarlık’ da olmuştur ‘alışveriş’ de. Ne bunu inkâr etmek, ne de suçmuş gibi itham etmek inandırıcı. Hükümetin yerinde siz de olsanız, ben de olsam benzer şekilde hareket edecektik muhtemelen. Diyelim ki, rehineler karşılığında gerçekten de bazı kişilerin (IŞ)İD’e verildiğini kesinlikle öğrendik; “Verilmeseydi de rehineler kalsaydı” diyebilecek miydik? Dolayısıyla, müthiş bir açık yakalamış gibi yapmanın gereği yok. Benim de hiç hoşuma gitmese de, bu bağlamda bir dostumun hatırlattığı gibi, dış politika sosis gibidir, nasıl yapıldığını bilseniz yemezsiniz. Fakat, rehinelerin nasıl kurtarıldığının gazeteci motivasyonuyla araştırılması ve ayrıntılarının keşfedilmeye çalışılması da gayet normal, hatta olması gereken bir şey. Nihayetinde bu da onların işi.

Hükümet ve kalemşörleri ise öyle bir pembe tablo içindeler ki, rehinelere rehine diyemediler. Rehineleri en küçük bir ziyan olmadan kurtarmanın bir başarı olduğu aşikâr ve bunda payı olanlar hem teşekkürü, hem ödülü hak ediyor. Ama hakkını yemeyelim, hükümetin rehine kurtarma operasyonu kadar başarılı olduğu bir alan da halka ilişkiler operasyonu. Öyle bir hava yaratıldı ki, sanki o rehineleri başkaları kaptırdı da hükümet kurtardı. Kurtarma operasyonunu hükümetin ve onun emrindeki bürokrasinin başarı hanesine yazdık ve tebrik ettik. Peki, o rehineleri kaptırmayı kimin hanesine yazacağız? İşin başladığı yer orası. Kim Türkiye’nin bu duruma düşmesine ve (IŞ)İD gibi bir yapıya taviz vermesine sebep oldu? Kimin ihmali var? Üstelik, bu insanlar doğrudan hükümetin direktifi ve sorumluluğu altında olan kişilerdi. Yani, bu durum, hükümet açısından baktığınızda, doğrudan kendi emri altında olmayan bir sivilin rehin alınmasından daha vahim. Yayın yasağı olduğu için rehinelerin neden ve nasıl o duruma düştükleri yeterince konuşulmadı, tartışılmadı. Herkes sağ salim kurtulduğuna göre, artık bunu konuşmanın vakti gelmedi mi? Ama şimdi de bu konu nihai başarının arkasına gizlenerek gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor. Bu insanların rehin alınmasına bir ‘doğal afet’ veya ‘Allah’ın takdiri’ muamelesi mi yapalım? Bunun siyasi ve idari sorumluluğu yok mu? Halbuki ‘yeni Türkiye’de, eskisinde hep şikâyet ettiğimiz, siyasilerin ve bürokratların sorumluluk almama, hesap vermeme, bedel ödememe tavırlarını görmeyeceğimizi umardık. Ama rehine krizinden tutun da Soma katliamına, iş cinayetlerine kadar gördüğümüz, hep bildik eski tavır. Vahim ihmaller veya hatalar nedeniyle ortaya çıkan vahim sonuçlar var ama ne bir siyasi, ne de bir bürokrat tırnak ucu kadar bedel ödüyor. Türkiye’nin eskisi de bu, yenisi de...

Konuşulan başka bir nokta da rehinelerden sonra eli daha serbest hale gelen Türkiye’nin (IŞ)İD’e karşı nasıl bir tutum takınacağı ve ona karşı kurulan koalisyonda askerî veya başka yollarla yer alıp almayacağı. Türkiye’nin coğrafi yakınlıktan doğan pratik güvenlik endişeleri ve bundan doğan çekingenliği anlaşılabilir ve kabul edilebilir. Ama Türkiye hükümetinin ideolojik tercihinin Sünni siyasetten yana durması, onun bu haklı çekincelerinin inandırıcılığını zedeliyor. Gerçi Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’de, orada gördüğü ‘telkinler’ sebebiyle mi, yoksa rehinelerin kurtarılmasının verdiği rahatlıkla mı bilinmez ama (IŞ)İD’e karşı daha sert konuşmaya başladı. Bunun pratikte neye tekabül edeceğini göreceğiz.

Burada bir noktaya dikkat çekmek isterim. Biz ve bizim gibiler, on yıllardır, PKK’nın bir sonuç olduğunu, onu yaratan sosyolojik koşullara ve merkezî devletin baskıcı ve ayrımcı politikalarına odaklanmak gerektiğini söylerken buna rağbet etmeyen, hatta küplere binerek bunun bir terör sorunu olduğunu bağıran devlet ricali, analist-stratejist taifesi, sosyolojiyi keşfetmiş görünüyor. Zira, (IŞ)İD’i besleyen bir sosyolojik taban olduğunu, onu bu kadar büyütenin de Maliki yönetimindeki merkezî Irak hükümetinin, baskıcı ve Sünnileri dışlayan ayrımcı politikaları olduğunu söylüyorlar. Bilmem, bu ‘aydınlanmaya’ sevinmek mi lazım... Umalım ki bu ‘bütünlüklü’ sosyolojik bakışlarını Kürtlere bakarken de koruyabilsinler. Öte yandan, (IŞ)İD’in yaptıklarını, sadece gözü dönmüş katillerden oluşan bir güruhun yapamayacağını, onun bundan öte bir şey olduğunu görmek için de uluslararası siyaset uzmanı olmaya gerek yok. Dolayısıyla, onu büyüten sosyolojik ve siyasi dinamikleri ortadan kaldırmaya çalışmak elbette gerekli. Maliki hükümetine el çektirilmesini bu minvalde bir hareket olarak değerlendirmek mümkün. Aynı anda (IŞ)İD’in alandaki silahlı kuvvetlerinin ABD ve müttefikleri tarafından vurulmasına karşı çıkmayı anlamlı bulmuyorum. Ancak burada esas soru(n), bu tür hava operasyonlarında her zaman olduğu üzere, bu saldırıların (IŞ)İD’in silahlı kuvvetleriyle sınırlı kalıp kal(a)mayacağı. Eğer bu hava bombardımanları da zaten had safhada olan sivil ölümlerini artırırsa (IŞ)İD’i bitirmeyeceği gibi, kaosu da yoğunlaştırabilir. Ama durum o kadar iki ucu pis bir değnek ki, hava operasyonları da seçenek dışı bırakılırsa (IŞ)İD’e karşı geriye ne kalıyor? Sadece ona karşı savaşan grupları silahlandırmak yeterli olacak mı? Üstelik Musul’da olduğu gibi bu silahların bizzat (IŞ)İD’in eline geçme riski de var. Dedim ya, iki ucu pis bir değnek. 

Kategoriler

Güncel Gündem