Haydi az biraz şarkılarımızı söyleyelim ve yürüyelim mi? Hayat kısa, an sonsuz ne de olsa.
KARİN KARAKAŞLI
Size de öyle olur mu, bilmem. Bir meseleyi konuşmak için biriyle karşılıklı bir masaya oturduğumda an gelir, sırtımın kasıldığını, sözlerin boğazımda yakılı kaldığını hissederim. “Gel” derim, “azıcık yürüyelim.” Bilirim ki, yürümek imdada yetişecek. Gerçekten de bir istikamete doğru adım atmaya başladığımız anda o birlikte diyeceklerim çözülür sanki. Önümdeki yola ve yolu o an birlikte yürüdüğüm insana bakar, içimdekileri akıtırım. “Yürümenin kerameti” derim içimden, “yine el verdi bana.”
Geçen Pazar Trans Onur Yürüyüşü’nde de hissim buydu. Tarihin belki de bütün insanları kapsayıcı tek bayrağı olan gökkuşağının peşi sıra kalpleri birleştiren vurmalıların ritmiyle ilerler ve hepsi birbirinden muzip ve acıtıcı sloganları tekrarlarken, nefret cinayetlerine kurban giden, katillerinin fiilleri “haksız tahrik” indirimiyle teşvik gören ve her Allahın günü translıkları türlü aşağılama ile yüzlerine vurulanlarla birdim. Birken de hiç olmadığım kadar kendimdim. Kendi kadınlığımın ve tekmil kimliklerimin muhasebesindeydim. Tanımadığım insanların arasında aittim. Orada o an güzeldim. “Haydi” dedi birileri sonra, “bayrağın altından geçelim”. Gökkuşağı bayrağı elimdeki lolipoplarla dalgalandırıp altından geçerken dileğimi diledim.
‘Bin yıllık hikâye’
Sizi bilmem ama ben zamanlama denen şeye de inanırım. Tam iki yıldır sahnelerde olan ‘Kadınlar, Aşklar, Şarkıları’ oyununu Trans Yürüyüşü’nün ardından izlemem gerekmiş sanki. O bağlantıyı kurmak için… Bir Perşembe akşamı Karaköy 2. Kat’ta Onur Haftası dolayısıyla gösterimi yapılan ‘Kadınlar, Aşklar, Şarkılar’ı izlerken nedense o gökkuşağı bayrağının altından geçtiğim anı hatırladım. Ne zamandır ilk kez bu kadar özgür hissettiğimden, kendi sesimi işitebildiğimden miydi?.. Çünkü sahnede de Ahmet Melih Yılmaz, içindeki kadınla, doğduğu erkek kimliğinin duvarlarına çarpanların sesini duyuruyordu. Bazen tek bir ses bazen çoktu sahnedeki hali. Birden fazla hikâyede yine de sanki bir ve aynıydı. Sözünden, gözünden, hareketinden gözümü alamıyordum. Bana nereden değiyordu? O gökkuşağının altındaki halimi niye ve nasıl anımsatıyordu?.. ‘Hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan sonradan’ der ya Ahmet Kaya, o sonradanın içindeydi aradığım yanıt. Çünkü işte sahnedeki o kadınlar yalanların bittiği yerdeydi. Kendileri ve aşkları uğruna göze aldıkları ile o trans kadınların bana sordukları vardı sanki. “Kimsin sen güzelim? Bu hayatta en çok ne istersin?”
Sahnedeki o kırmızı elbiseli kadınla şarkılar söyledim. Bir pavyondaydık, programını izliyorduk. Seyirci ve oyuncu yoktu, koruyucu sınırlar yoktu. Kadının sıktığı deodorant bana da sindi. Sonra o kadınla şehrin ve gecenin arka sokaklarına daldım. Baktı bir an gözlerime, onunla birlikte yürüyor muyum diye.
Yürümenin kerametinde söz vermek de saklı. Önce kendine veriyorsun o sözü; daha da kandırmam bu beni diye. Bahanelere sığınmam, acıtsa da tenimi, canımı, neyse içimdeki kendime duyururum diye. Şamil Yılmaz’ın yazdığı ve Ahmet Melih Yılmaz’ın hayat verdiği bütün o kadınlar benden o sözü ister gibi. Değil mi ki, bana hayatlarının şu “bin yıllık hikâyelerini” emanet ettiler. Aşktan öldükleri, öldürüldükleri anı, sahte ışıltılarda sunulan teselliyi, bir başına yaşlanmanın ıstırabını ve yine de asla pişman olmamayı gösterdiler. Kendi olmak için can pahasına verilen bedelin “Peki sen şimdi ne edeceksin bu kendinle?” diye soran bir yanı vardı. O soru eşlik ettiğim şarkıların arasından sızdı, kalbime kuş yuvası misali kondu. Yumurtadan çıkacak hakikatlerimle çıktım salondan.
Kuluçkadaki hakikat
Ve şimdi işte o kuluçkadaki hakikatlerimle birlikte yarın 17.00’de Taksim Meydanı’ndan başlayacak LGBTİ Onur Yürüyüşü’ne gidiyorum. Şu gökkuşağıma yani… Bakmayın şimdiki şenlikli, kalabalıklı haline, o yürüyüşün kendisi de nice kabuğundan çatlamış hakikatin ürünü. ABD’de eşcinsel ve transların sistematik bir şekilde gözaltı ve tutuklamalara maruz bırakıldığı bir dönemde LGBT’lerin uğrak yeri Stonewall isimli bara, 28 Haziran 1969’da polisin her gece olduğu gibi düzenlediği baskında her geceden farklı bulduğu karşılığın adıdır bugünün onur yürüyüşü. Bir trans kadının kelepçelenmeyi reddedip elindeki bira şişesini polisin kafasına fırlatması ile başlayan ve günler sürecek bir ayaklanmaya dönüşen Stonewall İsyanı, tek bir bireyin birikmiş toplumsallıklara denk gelen efsanevi hikâyesini anımsatır. O hikâye her coğrafyada, her zamanda ve her insanda farklı yazılacak ama yazılacaktır işte. Bu yıl 22.si yapılacak LGBTİ Onur Yürüyüşü de bundan 22 yıl önce başka türlü yaşamaya katlanamayan bir avuç insanın isyanı olarak başladı. Ateşlenen fitil, kavrulan bütün ruhları sarıp sarmaladı. İnsanlar hakikatlerine yandı.
Bugün LGBTİ hareketine destek vermekten değil, ondan feyz ve ilham almaktan bahsedebiliriz ancak. Çünkü hareketin özgürleştirici ruhunda, sonsuz hayat imkânın ifadesi olan insanlığa dayatılan kadın-erkek ikiliğinin ve toplumsal cinsiyete biçilmiş rollerin kısıtlamalarından acı çeken hepimizin ruhunu özgür kılma ve iç sesini duyurma imkânı var.
Şarkılar ve adımlar bir kez daha birleşirken en çok da kendi sesimi duymamı sağlayanlara müteşekkirim. Haydi az biraz şarkılarımızı söyleyelim ve yürüyelim mi? Hayat kısa, an sonsuz ne de olsa.