Şair Fırat Demir, Türkiye edebiyatında eşcinselliğin serencamını Agos için yazdı. Demir’e göre, Ahmet Hâşim’den Sait Faik’e, Ece Ayhan’dan Leylâ Erbil’e, Murathan Mungan’dan Perihan Mağden’e, bazıları usulca, bazıları da borazanlarının sesleriyle gelen yazarlar, başlarının üzerindeki haleyi kimi zaman bir cendere olarak yaşadılar.
Şair Federico Garcia Lorca, 1936 yılında, İspanya İç Savaşı’nın hemen başında bir faşist militan tarafından öldürüldü. Katilin, cinayeti şairin siyasi kimliğinin yanı sıra cinsel yönelimini nedeniyle işlediği tahmin ediliyor.
FIRAT DEMİR
demirfiratdemir@gmail.com
Eşcinsel edebiyatçının başında hâle olur; bir modernlik hâlesi. Bu romantik insan, kendi kaderinin savaşında ışıkla parlar. Varlığı, kendini gösterebilmek için titrer ve renkler saçar.
Peki, Türkiye’de bu modernlik hâlesiyle gezmek mümkün müdür? Eğer edebiyatçı karşısına çıkacakları önceden kabullendiyse, pekala. Çünkü hâle, kutsal da olsa, bir çemberdir. Korur korumasına ama ayırır da. Eşcinsel edebiyatın ya da LGBTİ edebiyatın içinden yazanın kulesi böyle yükselir. Ayrışarak.
Tepelere bakmak gerek
Bu ayrışma yüzünden, edebiyatımızda LGBTİ temalara (belki de tüm cinsiyetler arasındaki aşka) eğilen yazarların, şairlerin, hep böyle ikili bir gerilimi vardır. Heteroseksüel ağlarının sağladığı onlarca ayrıcalıktan bile isteye feragat etmiş kişi, kendini çektiği noktada hem çok görünür, hem çok uzaktır. Modern bir hayat değildir onun hayatı, kendisi bir modernitedir; anlaşılması için insanlara ve insanlar arasındaki bağlara değil, zamana ya da zamansızlığa ihtiyacı vardır. Türkiye edebiyatında eşcinselliği görebilmek içinse, boynun ağrırcasına tepelere bakmak gerekir. İşte yine şu uzaklık-çekilme-ulaşılmazlık meselesi.
Gözümüzü göğe ilkin ne zaman diktik? Aklıma önce Ahmet Hâşim geliyor. Hâşim diyorum, çünkü Hâşim, eşcinsel edebiyatın sadece eşcinsel deneyimlerle alakalı olmadığının, yani yazarın/şairin kendi varlığı dışında da bir varlık alanı içerisinden desteklenebileceğinin kanıtıdır. Hâşim, Türkiye’de erkek dayanışmasının reddettiği bir erkektir. İçerik olarak değil ama kader olarak, Hâşim’i gökte görürüm.
Floransalı sanatçı Michelangelo, büyük aşkı Tomasso dei Cavalieri’ye ithaf edeceği 300’den fazla şiiri 1532’de yazmaya başladı. |
Işıklı yalnızlar
Peki yere inince ne oluyor? Yere inince; bir yanda güzel rakı masaları, sohbetler, politik kimlikler, toplumsal kimlikler; bir yerde tüm ışıklarıyla bir yalnız. Bu yalnızlığı en çok Bilge Karasu’da anladım. Gergin bir homoerotik metin olan “Troya'da Ölüm Vardı', dünyanın en önemli yayınevlerinden biri olan City Lights Books tarafından İngilizce basıldı. Kitabın arka kapağında ardı ardına cümleler; “zorlu bir coğrafyada erkek mahremiyeti”, “homoseksüel tutku”, “ana-oğul çatışmaları”… İçim sızladı. Şimdi kendi hafızamızı yoklayalım; biz kaç kere Karasu’yu böyle çırılçıplak okuyabildik?
Tabii bize kendilerini çırılçıplak okutacak bir dönem gelip ta 80’lerde kapıya dayanmıştı. Öncesiyse sadece dumansıydı. Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Nahid Sırrı Örik gibi. Daha doğrusu, geriye doğru gidiyoruz, biz onları açıyoruz ve bir şeyler buluyoruz.
Bu açılıp kapanmaların en sancılısıysa iki ayrı uca düşen Sait Faik Abasıyanık ve Ece Ayhan ile yaşanıyor. Bir melek Abasıyanık, melekler gibi korkuyor. Araftan çıkmış bir belirsiz Ayhan; aşksız aşk şiirleri yazıp âşıkların gözlerine okçuklar fırlatıyor. Abasıyanık’ın son kitabı “Alemdağ’da Var Bir Yılan”ı ve Ayhan’ın “Bakışsız Bir Kedi Kara”sı; eşcinsel aşkın iki ucuna pat diye oturuveriyor.
Kimi şeytani kimi meleksi
Edebiyatımız, bu iki ucun arasında gidip geliyor; Attilâ İlhan, Tezer Özlü, Ferit Edgü gibi yazarlar açılıp kapanan ama asla borazanların sesini yükseltmeyen “benzerine-aşk” öyküleri yazıyorlar. Kimi zaman şeytani; kimi zaman meleksi. Bu dönemin yine kaderle eşcinsel edebiyatına bağlanan en özel ismiyse Leylâ Erbil. Leylâ Erbil, topyekun erkek dayanışmasına karşı savaşıyor ve bu savaşta cinsiyetsizleşme, androjenleşme, uzaysılaşma gibi dünya edebiyatında LGBT temaların okumalarından sayılan pek çok edebi tavrı Türkiye edebiyatına kazandırıyor. Bir nevi katalizör işlevi görüyor. Özellikle çağdaşı Bilge Karasu ile birlikte okununca; gergin ve yıkıcı bir cinsel kuvvet olarak.
Aynı zamanlarda Batı edebiyatıysa, öncü modernist eşcinsel yazar şair ve sanatçılarla, Stonewall’larla ördüğü kazanımları bir anda AIDS denen bir kriz ile yeniden sınamak zorunda kalıyor. Christopher Isherwood, Jean Cocteau, Truman Capote, Gore Vidal gibi öncülerin devamı, Edmund White’ın başını çektiği bir jenerasyon, bir bir kırılıyor. İnsanı ölümün evine kilitleyen bu virüs, LGBTİ edebiyatını ve tabii ki hareketini bir anda yeni bir gerçekliğe taşıyor. Türkiye’de LGBTİ edebiyatı, en iyi ve en kötü zamanını 80’lerde yaşıyor. Başta Amerika ve Fransa olmak üzere, tüm sanat bu ölüm fırtınasına karşı durmaya çalışırken, Türkiye’de bu savaştan şöyle en azından kıyısından köşesinden bile bahsedilmiyor.
Bu sessizlik, aynı zamanda meşguliyetten de kaynaklanıyor. Edebiyatımızda birden bir cüret patlaması yaşanıyor. Murathan Mungan, küçük İskender, Ahmet Güntan, Selim İleri, Yıldırım Türker, Perihan Mağden, Ahmet Tulgar gibi isimler borazanların sesleriyle geliveriyorlar. Kendi mirasını tamamlayamamış Arkadaş Zekai Özger’in hatırına sanki; tüm o açılıp kapanmalar, yerini kişilik damgalarına bırakıyor.
Hale bu; bazen bir özgürlük oluyor. Bazen bir cendereye dönüşüyor; sıktıkça sıkıyor.Peki, şimdi ne oluyor? Hâlâ 80’lerdeki akışın üzerinde ilerleniyor. Belki de geriye doğru gidiliyor. “Eşcinsel yazarlık”, medyatikleşebilecek kadar ağızlardayken, kültür bilinci ve politik bilinçte yaprak kımıldamıyor. Bütünleşme, androjenleşme, cinsiyetler üstü bir edebiyat gibi hedeflere ulaşmak giderek zorlaşıyor. Eşcinsel edebiyatı, var olan politik gücünü mevcut kılmak konusunda yeni cüretler gereksiniyor.